BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

KADINA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI MÜCADELE Ve ULUSLARARASI DAYANIŞMA GÜNÜ

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ

25.KASIM.2013

Basın Açıklaması

ARTIK YETER!

Dünyada ruhsal hastalıklar özellikle de depresyon görülme sıklığı giderek artmaktadır. Depresyon, kadınlarda erkeklerden çok daha fazla görülmektedir ve psikiyatri hizmeti almak için başvuranların da çoğu kadındır. Dünya Sağlık Örgütü kadınlarda ruhsal hastalıkların daha çok görülmesinin nedeninin biyolojik farklılıklarla açıklanamayacağını söylemektedir. Kadınlarda ruhsal hastalıkların daha sık görülmesinin en temel nedenleri; cinsiyete dayalı şiddet ve yoksulluktur. Günümüzde en ilkel toplumlardan en gelişmiş toplumlara kadar bütün kadınlar geleneksel kavramların da etkisiyle fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddete maruz kalmaktadır. Kadınların ne yapması, nasıl davranması, ne kadar eğitim alacağı, parasını nasıl harcayacağı, kaç çocuk doğuracağı, nasıl giyineceği hatta kimle evleneceği gibi temel seçimleri kural koyucu, yasa koyucu erkekler tarafından belirlenmektedir.

            Kadınlar en sık eşleri, cinsel partnerleri tarafından fiziksel ve cinsel şiddete maruz bırakılmaktadırlar. Kadına yönelik şiddet sonucunda kadınların bedensel, ruhsal, cinsel ve üreme sağlıkları bozulmakta, gebelik ve lohusalık döneminde sağlık problemleri ile karşılaşılmaktadır. Yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik dünyada kadınları erkeklerden daha çok etkilemektedir.  Yoksulluk ve eşitsizlik, depresyon, şizofreni ve iki uçlu bozukluk gibi bir çok ruhsal hastalığın kadınlarda   daha sık görülmesine yol açmaktadır. Panik bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve korku başta olmak üzere kaygı bozuklukları ve depresyon gibi toplumda sık görülen bazı ruhsal hastalıklar kadınlarda erkeklerden daha sık görülmektedir. Kadınlar erkeklerden üç kat daha fazla özkıyım girişiminde bulunmaktadır. Kadınlarda depresyon erkeklerden iki kat daha sıktır.

             Çalışmalar; yoksul kadınların, az okumuş kadınların, erken yaşta evlenen kadınların, çalışmayan ve ekonomik nedenler başta olmak üzere kendi yaşamını belirleme hakkı olmayan kadınların daha çok şiddete maruz bırakıldığını göstermektedir. Ülkemizde kadın yoksulluğu, kadınların eğitime ulaşamaması, kadın milletvekillerinin, kadın belediye başkanlarının ve kadın yöneticilerin sayısının çok düşük olması toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temel göstergeleridir. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2013 için yayınladığı Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda ülkemiz 134 ülke arasında 120. sırada yer almaktadır. Bu rapor hazırlanırken ekonomik katılım, eğitime erişim, sağlık ve politik yetki alanlarında ülkelerdeki kadın erkek eşitliği değerlendirilmektedir. Ayrıca kendi coğrafyasında cinsiyet eşitsizliği açısından en kötü ülkedir ve kendi gelir grubundaki ülkeler arasında da cinsiyet eşitsizliği açısından sondan 2. sıradadır.

 Uzun yıllardır toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermeye yönelik politikalar uygulayan ülkelerde, kadınların ruh sağlığında belirgin iyileşmeler gözlenmekte, depresyon başta olmak üzere ruhsal hastalıkların görülme oranı erkeklerle benzer düzeylere gerilemektedir.

 Ülkemizde her gün yollarda, sokaklarda, evlerde bir çok kadın şiddete maruz kalmakta, bir çok kadın öldürülmektedir. Kadına yönelik şiddetin azalması, kadına yönelik şiddet uygulayanların cezalandırılması ya da kadınların polisiye tedbirlerle şiddete maruz kalmalarını azaltmaya çalışmakla sağlanamaz. Kadına yönelik şiddetin azalmasının tek yolu; kadın erkek eşitliğinin toplumda her alanda sağlanmasıdır. Bir çok ülkede bulunan Kadın Bakanlığı ülkemizde Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ismi altında hizmet vermesi manidardır. Kadınların yeri ‘aile’ olarak görülmektedir ve kadınlarla erkekler arasında gerçek bir eşitliği inşa etmek için yapılanlar çok yetersizdir. Biz ruh sağlığı uzmanları olarak ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitliğini geliştirmeye yönelik politikaların hızla yaşama geçirilmesini talep ediyoruz ve kadına yönelik şiddeti arttıran tüm söylemleri kınıyoruz, ARTIK YETER diyoruz.

 Artık yeter diyoruz! Türkiye hala bir çocuk gelinler ülkesidir. Çocuk gelinler ülkesinde yapılan 2013 Eylül’ünde çıkarılan bir yönetmelik, lise döneminde evlenen kız çocuklarının açık lise ve e-okul üzerinden öğrenimlerine devam etmesine dair bir düzenleme içermektedir. Bir yıl önce yürürlüğe giren 4+4+4 modeli kız çocuklarının örgün eğitime devam edip edemeyeceklerine ilişkin kaygı yaratırken, bu düzenleme ile kız çocuklarının küçük yaşta evlenmelerinin önü açılmıştır. Kadınların %28’i, 18 yaşın altında evlenmektedir. Bu düzenlemeler çocuk evliliklerinin önüne geçmeyeceği gibi, çocuk evliliklerini teşvik edeceğinden endişe duymaktayız. Erken evlilikler, ergen anneleri ortaya çıkarmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri, 2011 yılında ülkemizde doğum yapan kadınların 355’inin 15 yaşın altında, 93 873’ünün 15-19 yaş grubunda olduğunu göstermektedir. Ergen gebelerde depresyon ve özkıyım riski yüksek olduğu gibi ergen annelerin bebeklerinde ölüm oranları da yüksektir. Uluslararası kuruluşlar çocuk yaşta evlilikleri engellemek için ülkelere çağrıda bulunurken Türkiye’de eğitim, sağlık, ekonomi alanında yapılan düzenlemeler ergen evliliklerinin önünü açmaktadır. Erken evlilikler kadının tüm yaşamını eğitimsel ve ekonomik açıdan daha düşük statüde geçirmesine yol açmaktadır. Düşük eğitim düzeyine sahip bir çok kadın ya yaşamı boyunca güvencesiz işlerde çalışmakta, ya da karşılıksız ev işlerinin emekçisi olmakta ve yaşam boyu yoksulluğa mahkum olmaktadır. Sonuç olarak, çocuk gelinler yaşamları boyunca çok daha yüksek oranda şiddete maruz kalmaktadır. Çocuk evliliklerinin önüne geçmek için etkin sosyal politikalar geliştirmeli ve bu durumu destekleyen tüm düzenlemeler hızlıca geri çekilmelidir.

 Artık yeter diyoruz! Kadınların bedenlerinin ve cinselliklerinin iktidar tarafından denetlenmesi cinsiyete dayalı şiddettir. Türkiye’de TUİK verilerine 2012 yılında genç işsizlik oranı %17.5’tur. Gençlerinin % 17.5’unun işsiz olduğu bu ülkenin doğurganlığı arttırmaya yönelik politikalar izleyerek nüfusu arttırmaya çalışmasının tek nedeni neoliberal piyasaya ucuz iş gücü oluşturmak istenilmesidir. Siyasi otoritenin, kadınlardan en az 3 çocuk doğurmalarının beklendiği tartışmasıyla başlayıp son dönemde vatana 3 çocuğun hibe edilmesine varan talepleri bir kuluçka makinesi gibi görülen kadınların eve kapanıp geleneksel rolleri dışına çıkamamalarını, bedenlerinin ve cinselliklerinin kontrol edilmesini amaçlamaktadır. Doğurganlığı arttırmaya yönelik politikalarla kadınların bedeni iktidar tarafından denetlenmektedir. Çok çocuk doğuran kadınların erken emeklilik hakkı kazanması, kürtaja dair yasal düzenlemeler ve fiili olarak kürtaja erişimin büyük oranda azaltılması kadınların yaşamlarını nasıl sürdüreceğine dair bireysel seçim-karar vermeyi engelleyen düzenlemelerdir. Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin tavsiye kararlarında taraf devletlerin, doğurganlık ve üreme ile ilgili zorlamaları önleyici önlemler alınmasını sağlaması ve kadınların doğum kontrolü hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle yasadışı kürtaj gibi güvenli olmayan tıbbi yöntemlere başvurmak zorunda kalmasını önlemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ancak bu önerilerin tam tersine, sözleşmeye taraf olan ülkemizde plansız gebeliklerin sonlandırılması bir katliam gibi yorumlanmakta, tecavüze uğrayan kadınların bile , kötü anılarının ürünü, tecavüz bebeklerini doğurmaları beklenmekte, devlet kurumlarında kürtaj yaptırmak giderek zorlaşmaktadır. Bu baskı ve kısıtlamalar kadınlar üzerinde ciddi ruhsal yük oluşturmaktadır.İşsizlik, yoksulluk, istenmeyen/plansız gebelik, aile içinde şiddetin olması, ergenlik döneminde gebe kalma, yetersiz sosyal destek, annelik rolüne ilişkin kültürel beklentiler lohusalık depresyonuyla ilişkili olduğu gösterilmiş sosyal etkenlerdir. Bu nedenle, istemediği halde gebe kalan, yasal düzenlemeler ya da sosyal baskılar nedeniyle gebeliğini sonlandıramayan kadınlarda ruhsal hastalık ortaya çıkma riski çok yüksektir. Annenin ruhsal hastalığının çocuklarda çeşitli zihinsel, ruhsal ve davranışsal sorunlara neden olduğu pek çok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Kadınlara dayatılmaya çalışılan ve anneliği merkeze alan tek tip yaşam tarzı kaçınılmaz olarak gelecek kuşakların ruh sağlığını da olumsuz etkileyecektir.

Artık yeter diyoruz. Kadınların statüsünü güçlendirmenin en temel yolu kadınların güvenceli şekilde çalışmalarının ve kendi yaşamalarını bağımsız şekilde sürdürecek geliri elde etmelerinin önünün açılmasıdır. OECD ülkelerinde kadınların iş gücüne katılımı %61.8 iken, ülkemizde bu oran %28.8’dir ve yıllar içinde giderek azalmaktadır. Türkiye’de her 10 çalışandan 7’si erkek, 3’ü kadındır. Kadınlar ömürleri boyunca niteliksiz, güvencesiz işlerde düşük ücretle çalışmakta ya da ücretsiz aile işlerinde, ev işleri, hasta ve çocuk bakımı gibi işleri herhangi bir karşılık almadan yapmaktadır. Türkiye’de yoksulların çoğunluğunu kadınlar, en çok da dul, boşanmış, tek ebeveyn olarak çocuklarıyla yaşayan kadınlar oluşturur. Ülkemiz Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda ekonomik katılım göz önüne alındığında 134 ülke arasında 127. Sıradadır. AB üye ülkeleri arasında son sıradadır. Gelir dağılımındaki bozulmadan en çok etkilenen kesim kadınlar ve kız çocuklarıdır. Kadınlara yönelik ayrımcılık ve bu ayrımcılığın hem nedeni hem de sonucu olan yoksulluk, pek çok ruhsal hastalığın kadınlarda daha sık görülmesinin önemli bir nedenidir. Kadınların eğitim almalarının engellenmesi kadının statüsünün yaşam boyunca düşük seyretmesine ve nitelikli işler yapamamasına yol açmaktadır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Türkiye’de Kadının 6 yaş ve yukarı nüfus içinde kadın okumaz-yazmazlık oranı % 7, erkek okumaz-yazmazlık oranı ise % 1,4’tür. Okuma-yazma bilmeyen her 10 kişiden 8’ini kadınlar oluşturmaktadır. Yetişkin nüfus içinde (+15) kadın okumaz-yazmazlık oranı ise % 8,3’tür. Kadınların işsizlik sorunu, güvencesiz işlerde çalışması da kadına yönelik ekonomik şiddet olarak tanımlanmalıdır. Ülkemizde bir yandan 2023 yılına kadar kadınların işgücüne katılımını %38’e çıkarmak hedeflenirken, bir yandan da kadınların çalışma hayatına dair yaptığı düzenlemelerle işverenlerin kadınları işe almasını azaltabileceğinden haklı olarak endişe duymaktayız.

            Türkiye Psikiyatri Derneği olarak; Kadına yönelik şiddetle mücadele için temel meselenin toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğunun altını çiziyoruz. Giderek artan şekilde bu eşitsizliği, ayrımcılığı besleyen politikalar izlenmesini, iktidarın kadınların yaşamını kendi isteği doğrultusunda düzenlemesine karşı çıkıyoruz ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermeye yönelik etkin politikaların hızla yaşama geçirilmesini talep ediyoruz.

Türkiye Psikiyatri Derneği adına

Doç. Dr Ayşe Devrim Başterzi

Doç.Dr. Leyla Gülseren

Prof.Dr. Şahika Yüksel

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

ÇOCUKLUKTAN ERİŞKİNLİĞE DİKKAT EKSİKLİĞİ Ve HİPERAKTİVİTEYİ ANLAMAK

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, süreğen bir nöropsikiyatrik bozukluktur. Biyolojik kökenleri üzerine yapılan kalıtım, genetik ve beyin görüntüleme araştırmaları bu bozukluğu anlayabilmemiz yönünde önemli katkılar sağlamıştır. İyi tanımlanmış bir psikiyatrik bozukluk olmasına karşın, DEHB tanısıyla ilgili gerek sosyal-kültürel itirazlar ve gerekse eklenen psikiyatrik eş tanılar onun iyi anlaşılamayan bir bozukluk olarak kalmasına yol açmaktadır. Ayrıca rahatsızlığın belirli dönemlerde farklı belirtilerinin ön plana geçişi anne-babaların, eğitmenlerin ve hatta hekimlerin kafasını karıştırabilmektedir.

Yaygınlık
Toplumdaki DEHB yaygınlığı yaklaşık olarak çocuklukta % 8, ergenlikte % 6 ve erişkinlikte % 4 olarak bildirilmektedir. Çocukluk çağında zaten var olan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsel davranışlar ilk olarak okula başlamayla fark edilir bir hale gelmektedir. Sınıfta oturamayan, oyunlarda arkadaşları ile yoğun sorunlar yaşayan ve okuma faaliyetlerinde gecikebilen çocuklar görece hızlı fark edilip tıbbi yardım almaları için yönlendirilebilmektedir. Yani önde gelen belirtiler hiperaktivite olduğunda, dikkatsizlikle ilgili belirtilerin önde olduğu durumlara göre daha erken tedavi başvurusu olmaktadır. Yine de tedavi arayışı ve etkin tedavilere ulaşma sayıları bozukluğun yaygınlığı değerlendirildiğinde oldukça düşüktür.

Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığındaki azalma aslında rahatsızlık belirtilerinde azalma olduğuna işaret eder. Sıklıkla belirtiler tamamen ortadan kalkmamıştır. Dönemin özelliklerin de eklenmesi nedeniyle özellikle ergenlerde bozukluğun varlığı riskli sağlık davranışlarının tavan yapmasına ve ileriye doğru kalıcı zararlara yol açmaktadır. Yine de iyi bilinen aşırı hareketlilik ve sonuçlarını düşünmeden yani dürtüsel davranışlarda bulunmanın zaman içerisinde azalma eğiliminde olduğu söylenebilir. Ancak bu azalma eğilimine rağmen erişkin DEHB olan bireylerde bir işe başlayamama, iş yerinde verimsizlik ve kötü zaman yönetimi, çok sayıda işe başlanmasına rağmen bir çoğunu bitirememe, bir toplantı boyunca oturamama, stresle baş edememe ve öfke atakları, aklına ilk geleni söyleme eğilimi, kötü şoförlük sorunları ve evlilik ve sorumluluklarının idaresi ile ilgili yoğun sorunlar sıklıkla ortaya çıkar yada sürer gider. Bu bozukluk yetişkinlerde ele alınırken çocukluk döneminden farklı olarak erişkin yaşamının karmaşıklığı gözetilmeli ve yaşla birlikte belirtilerdeki değişime önem gösterilmelidir.

Kızlarda risk altında..!
Çocukluk döneminde çeşitli çalışmalarda erkek:kız oranı 2:1 ile 6:1 arasında bildirilirken erişkinlerde eşit (1:1) bulunmuştur. Yaşla birlikte ortaya çıkan cinsiyet oranlarındaki bu değişimin çeşitli açıklamaları olabilir. Bunlardan biri erişkin dönemde özellikle dikkat eksikliği semptomlarının soruna yol açması ve kadınlarda dikkat eksikliği belirtilerinin baskın olmasıyla cinsiyet oranının eşitlenmesidir. Diğer bir olasılıkta çocukların yakınları tarafından, erişkinlerin ise kendilerinin başvurması ve yakınmalarını dile getirmesidir. Dikkatsizlik daha çok bireyi, diğer yıkıcı semptomlar ise daha çok çevreyi rahatsız etmekte ve erkek çocuklardan daha çok yakınılmaktadır. Belirtilerini dışa vuran erkeklerin tersine kız çocuklar genellikle olumsuz geri bildirimleri içselleştirme, özür dileme, uyum sağlamaya çalışma, suçu üzerine alma ve kavga etmeme eğilimindedirler. Beklentileri karşılamak için daha çok çalışarak ve yetersizlikleriyle başa çıkarak başarılı öğrenciler olmayı lise dönemine dek sağlayabilirler. Ama bozukluğun daha sessiz seyrediyor olması ve bu nedenle müdahale edilebilir olan bir sorun alanına gereken müdahaleleri yapamama kadınların yaşamına, özellikle onların akademik gelişimlerine önemli zararlar vermektedir.


Duruma eklenen eş tanılar, eşlik eden diğer ruhsal bozukluklar

Çocuklar ve erişkinlerle yapılmış çalışmaların sıklıkla işaret ettiği psikiyatrik eş tanılar şunlardır: Karşıt olma karşı gelme bozukluğu, Davranım bozukluğu, Anksiyete bozuklukları (Panik bozukluğu, Obsesif Kompulsif bozukluk, Tik bozukluğu), Duygudurum bozuklukları (Depresyon, Distimi, Bipolar), Öğrenme bozuklukları ve Alkol-madde kullanım bozuklukları olarak adlandırılan ruhsal hastalıklar. Başka ruhsal bozuklukların eşlik etmesi bazen DEHB semptomlarının gizlenmesine, örtük kalmasına ya da ilaçlarla bir bozukluğu tedavi ederken diğerinde bozulmalar ortaya çıkmasına yol açabilmektedir.

Tedavi
Erişkin dönemde neredeyse bir kural olan psikiyatrik eş tanı ve erişkin yaşamın karmaşıklığı çocuklardan farklı olarak erişkin DEHB tedavisinde daha kapsamlı tedavi yaklaşımlarını gerekli kılmaktadır. Nörobiyolojik zemini olan DEHB için ilaç tedavileri bütüncül tedavi yaklaşımının temelini oluşturmaktadır. İlaçların erişkinde tıbbi ve ruhsal eş tanıları gözeterek planlanması gereklidir. Bundan sonra sıra sorun odaklı, yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapileri tedaviye eklemeye gelmektedir.

Erişkin dönemde DEHB kişinin davranışları, duyguları, ilişkilerini ve kendisini nasıl değerlendirdiğini güçlü biçimde etkiler. Erişkin dönemde özsaygı ve utancın birincil belirleyicisi kişinin kendini çocukluk ve ergenlik döneminde nasıl değerlendirdiğidir. Erişkin DEHB vakaları çocukluk çağından beri başlamış olan ve etkili başa çıkma becerilerini engelleyen temel nöropsikiyatrik bozukluklara sahiptirler. Dikkatin çelinebilirliği, organize olamama, verilen görevleri sürdürme güçlüğü ve dürtüsellik gibi özgül belirtiler DEHB olan bireylerin etkili başa çıkma becerileri geliştirmelerini öğrenme ya da kullanmalarını önleyebilir. Etkili başa çıkma becerilerinin yokluğu nedeniyle bu bozukluğa sahip kişilerin çoğu yineleyen başarısızlıklar yaşamıştır ya da yenilgi olarak adlandırabilecekleri deneyimleri olmuştur. Bu başarısızlık öyküleri kişinin kendi hakkında olumsuz düşünceler geliştirmesine yol açabilir. Bunun yanı sıra üstlendikleri görevler konusunda da işlevsel olmayan düşünceler geliştirebilirler. Sonuç olarak ortaya çıkan bu olumsuz düşünce ve inançlar var olan kaçınma davranışları ya da çelinebilirliği arttırabilir. Bu düşünce ve inançların sonucu olarak kişiler görev ya da sorunla karşı karşıya kaldığında dikkatleri daha çok kayabilir ve ilişkili davranışsal belirtiler daha da kötüleşebilir. Tedavide bu bozukluğa sahip olanlar sıklıkla bildirdikleri gibi organizasyon ve planlama güçlükleri, dikkat dağınıklığı, kaytarma-kaçınma davranışları, iletişim güçlükleri ve anksiyete-depresyon-öfke belirtilerine odaklı, yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapilerden önemli yararlar sağlayabilir.

Sonuç
Yaşam boyu devam eden dikkatsizlik, dürtüsellik ya da hiperaktivite yakınmaları olan tüm erişkinlerde DEHB tanısı akla gelmelidir. Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu yaşama, kişiler arası ilişkilere, okul ve iş dünyasına yansıyan olumsuz etkileri açısından toplumun ve sağlık hizmetlerinin önemli sorunlarından birisidir. DEHB ister çocukluk ister erişkinlik döneminde olsun sadece hastaları değil çevrelerini, ailelerini, ebeveynlerini de etkiler. Riskli sağlık davranışları açısından tehdit altında olan ergen ve genç erişkinlerde DEHB varlığında sigara ve madde kötüye kullanımı, yasal sorunlar, kötü akran ilişkileri, kendine güven kaybı, okul ve iş başarısında düşüklük ve psikiyatrik eş tanılar gözlenir. Erişkin dönemde neredeyse bir kural olan başka ruhsal bozuklukların eşlik etmesi, diğer bir deyişle psikiyatrik eş tanı varlığı ve erişkin yaşamının karmaşıklığı çocuklardan farklı olarak erişkin DEHB tedavisinde daha kapsamlı tedavi yaklaşımlarının uygulanmasını gerekli kılıyor. İlaçlarla tedavinin eş tanıyı gözeterek planlanması ve buna sorun odaklı olarak yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapilerin eklenmesi oldukça önemlidir. DEHB ile ilgili güçlükleri çocukluklarından beri yaşayan kişiler; hem erişkinlik döneminde benzer belirtiler sergilerler hem de bazen belirtiler gerilese bile çocukluk döneminde almış oldukları hasarların yansımalarını yaşam boyu taşırlar. Tedavi edilmediğinde süreklilik gösteren bu rahatsızlığın doğru bir şekilde tanısının konup uygun tedavileri alması önemlidir. Önlenebilir kayıplara engel olabilmek için rahatsızlık fark edildiğinde tüm tedavi imkanları kullanılarak etkin bir tedavi hızlı ve dikkatli bir biçimde başlatılmalıdır. Bunun sağlanması için DEHB belirtileri olanların öncelikle bir psikiyatri uzmanına başvurması ve DEHB yakınmaları olan bireylerin psikiyatri uzmanına yönlendirilmesi gereklidir. Doç. Dr. Cengiz TUĞLU  Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Öğretim Üyesi

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

AİLENİZDE EŞCİNSEL, BİSEKSÜEL, TRAVESTİ VEYA TRANSSEKSÜEL BİRİ Mİ VAR? CETAD, LİSTAG

Ailenizde Eşcinsel, Biseksüel, Travesti veya Transseksüel Biri Mi Var? CETAD, LİSTAG üyeleri ile her ayın ilk Perşembesi bilgilendirme ve destek toplantıları yapmaktadır. Ailenizde eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel biri mi var?

CETAD (Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği)  terapistleri aşağıdaki illerde düzenli olarak bilgilendirme ve destek toplantıları yapmaktadır. Toplantılara katılım ücretsizdir.

Çocuğunun, kardeşinin veya herhangi bir akrabasının eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel olduğunu öğrenen ve bu konu hakkında konuşmak isteyen herkesi bekliyoruz.

İSTANBUL
Her ayın ilk Perşembe günü 17:30’da
Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği’nde

ANKARA
Her ayın ilk Salı günü 19:00’da
Türkiye Psikiyatri Derneği Ankara Genel Merkezi’nde

ESKİŞEHİR
Her ayın ilk Perşembe günü 17:30’da
Osmangazi Üniversitesi Psikiyatri Kliniği’nde

İZMİR
Her ayın ilk Çarşamba günü 18:30’da
Türkiye Psikiyatri Derneği İzmir Şubesi’nde
Katılım için lütfen 0 532 595 34 98 nolu telefondan Metehan’ı arayınız.

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

HOMOSEKSÜELLİĞİN SÖZDE TEDAVİSİ HAKKINDA YASAL GİRİŞİM

HOMOSEKSÜELLİĞİN SÖZDE TEDAVİSİ HAKKINDA YASAL GİRİŞİM

Saygıdeğer Meslektaşlarımıza ve Kamuoyuna,

26 Aralık 2013

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak sağlıkta gerek etik gerekse bilim dışı uygulama ve etkinliklere karşı çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Bu kapsamda mesleki sınır ihlallerine de yol açan benzer durumlarda hem toplum sağlığını korumak, hem de meslek alanımızı korumak için çeşitli yasal girişimlerimiz de bulunmaktadır.

Son olarak bir internet sitesi üzerinden homoseksüelliği “iyileştirdiğini” iddia ederek satışa sunulan “homofin” adlı sözde ilaçla ilgili yasal girişimde ve ilgili valilik, Reklam Kurulu ve savcılığa şikayette bulunulduğunu sizlerle paylaşmak isteriz.

Homoseksüelliği hastalık olarak kabul etmekle başlayan bu bilim ve etik dışı uygulamanın ayrıca olmayan bir hastalığı tedavi ettiği iddiasıyla içeriği bilinmeyen bir sözde ilacı satarak toplum sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmakta olduğu görülmüştür.

Bu tip uygulamalar konusunda kamuoyunda bilinç oluşturmanın da yasal girişimler kadar elzem olduğunun altını bir kez daha çizmek isteriz. Bu bilincin oluşturulmasında başta sağlık çalışanları olmak üzere konu hakkında bilgi sahibi olan herkese görev düştüğüne inanmaktayız.

        Saygılarımızla, Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

HEKİME YÖNELİK ŞİDDET İNSANLIĞA YÖNELİK ŞİDDETTİR

TPD 23.04.2014 BASIN AÇIKLAMASI

Son 10 gün içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde görevlerini yapan dört ruh sağlığı ve hastalıkları hekimi saldırıya uğramıştır. Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevli olan hekimler Bayram Yıldız ve Mustafa Reyhancan, Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda görevli olan doktor Fatih Taştan ve Nusaybin Devlet Hastanesi’nden doktor Eren Abatan son yıllarda sayısı gittikçe artan ‘hekime ve sağlık çalışanına yönelik şiddet’e maruz kalmışlardır.

Şiddet toplumsal hayatımızın en önemli olumsuzluklarından birisidir.  Hekime yönelik şiddet, toplumsal şiddetin bir yansıması olmakla birlikte bazı özellikleri nedeniyle farklı bir önemi hak eder.

Hekimlik yüzyıllardır insanların sağlığını korumaya, hastalıklarını iyileştirmeye kendisini adamış bir meslektir. Bu anlamda, başka hiçbir meslekte olmadığı kadar, hekimin hastası ile özel bir ilişkisi vardır. Bu ilişki bilgi ve zanaat kadar saygı, sevgi ve şefkate de dayalıdır.

Son yıllarda, dünyadaki uygulamalara koşut olarak gelişen sağlık politikaları ve bu politikalara bazı uygulayıcı ve yöneticilerin olumsuz katkıları ile hekim ve hasta ilişkisi gittikçe bozulmaya başlamıştır. Sağlık sistemi ile ilgili tüm olumsuzluklar hekimin ve sağlık çalışanlarının üzerine yıkılmış, sağlık çalışanlarının emeği değersizleştirilmiştir. Hekimin saygınlığını yitirmesine yol açan bir yönetim biçimi ve yönetici modeli oluşturulmuştur. Bu yanlışlara bir an önce son verilmeli, hekimlik değerleri onarılmalıdır. Şiddete ‘model’ olunmamalıdır.

Şiddet toplumun birçok alanına sızmıştır ancak toplumsal ilişkinin en özel alanlarından biri olan sağlıklı olma ve hastalıklardan korunma gibi bir alana şiddetin girmesi kabul edilemez. Sağlık çalışanına yönelmiş olan şiddet toplumsal ilişkilerin bu en korunaklı olması gereken alanına yönelmiş şiddettir ve bu şiddetin daha ötesi yoktur. Burası şiddetin ulaşabileceği en üst noktadır. Bu nedenle eğer bir toplumda şiddet sağlık çalışanına da yöneldiyse, o toplumun şiddete teslim olduğunu kabul etmek gerekir. Bir anlamda, hekime yönelik şiddet halka yönelik şiddettir.

Son olarak; Kayseri, Gaziantep ve Nusaybin’de saldırıya uğrayan ve daha önce çeşitli saldırılara maruz kalmış olan tüm üyelerimizin, meslektaşlarımızın, hekim ve sağlıkçıların yanında yer alacağımızı ve her türlü zorluklarında onlara destek olacağımızı tekrar vurgularız. 
 

Şiddet sonuçlanıncaya kadar tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının kararlılık içinde çalışacağına eminiz.

Yöneticilere yeniden seslenmek istiyoruz; sağlık alanını ticari bir aygıt gibi görmeyi, halk ile sağlık çalışanlarını karşı karşıya getirmeyi ve hekimleri hedef göstermeyi bırakın. Unutmayın, hekim hepimize gerekli…

Kamuoyuna saygıyla duyururuz.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLMESİN, YASLARI TUTULABİLSİN!

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ 12 MART BASIN AÇIKLAMASI

ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLMESİN, YASLARI TUTULABİLSİN! 

Biz bu ülkeyi, bu ülkenin insanlarını çok sevdik; ayağımızı yere bastığımızdan, dirseğimizi okul sıralarına koyduğumuzdan bu yana. Dirseklerimiz sıralarda, masalarda yıllandı, ömrümüzü verdik ‘okuyup adam olmak için’, ‘vatana millete hayırlı olabilmek için’… Hekim olduk. Bu ülke insanının acısına, derdine derman olmaya çalıştık, elimizden geldiğince. Bu ülkenin insanları doğarken de yanlarındaydık doğumhanelerde, ölürken de yanlarındaydık hastane yataklarında. Biz bu ülke için, bu ülkenin insanları için çalıştık, çabaladık yaşamımızın uzun günleri ve geceleri boyunca. Doğduğu andan itibaren yanında olduğumuz, sağlıklı büyüsün, koşup oynasın, ruh sağlığı uzmanları olarak en çok da mutlu mesut yaşasın diye uğraştığımız çocuklar devlet eliyle öldürülsün diye çalışmadık. Ekmek almaya giderken kafalarına gaz fişeği sıkılsın, kuş kadar hafifleyip kara kaşlarıyla uçsunlar diye çabalamadık!

 Bir insanın en temel ihtiyacı, ekmek kadar, su kadar önemli olan ihtiyacı; temel güven duygusudur. Yaşamımızın daha ilk anlarından itibaren özellikle de sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz, annemiz, babamız, sevdiğimiz tarafından korunup, kollanmak isteriz. Nasıl bedenlerimiz ekmeksiz susuz yaşayamazsa, ruhlarımız için de güvende olduğumuzu bilmeden yaşamak mümkün değildir. 15 yaşında çocukların devlet babanın eliyle katledildiğini bildiğimiz bu ülkenin insanları olarak neye güven duyacağız, nereye sırtımızı yaslayacağız?

 İnsanoğlu ölüm karşısında çok çaresiz, çok zavallı. Tarih boyunca bu çaresizliği, bu derin kederi, bu zavallılığı azaltmak için, bu acıyı paylaşmak, bölüşmek için yeryüzünün tüm topraklarında beraber ağlar, beraber gömer çocuklarını toprağın kalbine insanoğlu, beraber törenler yapar, beraber yas tutar. Yasların en acısı evlat acısıdır, vakitsiz gördüğümüz ölümlerdir şüphesiz. İnsanı insan yapan şeylerin en temellerindendir bir arada yas tutabilmek. Bir arada yas tutabilmek insanları kardeş yapar, akraba yapar, halk yapar, millet yapar. Ve biz biliriz ki ruh sağlığı uzmanları olarak ancak yası tutulursa ölümün acısı hastalandırmaz insan ruhunu, ‘uzamış yas reaksiyonu’ dediğimiz hastalıkta öykü hep aynıdır; ne zaman ki yasını tutamaz sevdiğinin, değer verdiğinin insan, onun acısı yüreğini durmaksızın yakar; yemez, içmez, iş yapamaz olur insan, ya yaşamaktan elini eteğini çeker ya öfkesinden içi içini yer bitirir.

 ‘Yas tutana saygı duymak’ insanoğlunun kadim yasalarındandır. Düşmanının bile ölüsüne saygı duy! İnsanoğlu tarih boyunca savaşırken bile durur, izin verir düşmanının ölülerini gömmesine. Şimdi bu ülkede, bu ülkenin kardeş insanları, bu ülkenin kanı birbirine karışmış insanları 15 yaşında ölmüş bir çocuğu anmak için, yasını tutmak için düşmana bile gösterilen matem hakkından mahrum bırakılıyor. Tomalarla, akreplerle, biber gazlarıyla, plastik mermilerle saldırılıyor yas tutan insanlara.

 İnsanların yaşamlarının ilk yıllarından itibaren vicdanları gelişir. Vicdanımız bize kimseye kötülük yapmamamızı, kimsenin hakkını ihlal etmememizi söyler durur. Vicdanın yaslandığı temel duvar ‘adalet’tir. Ne zaman ki suçlunun suçunun bedelini ödediğini bilirsek, ne zaman ki cezasız kalmayacağını bilirsek yapılan kötülüklerin, zalimliklerin o zaman güvende hissederiz kendimizi, biz de yasalara kurallara uyarız. İnsanların vicdanı, suça ortak olmamak için işlenen suçlara sessiz kalmayacaktır. Bir ülkede ancak devlet kurumları adaleti sağlarsa, insanların vicdanı rahat edebilir. Ancak adalete güven duyuyorsak rahat uyuruz yataklarımızda.

 Biz Türkiye Psikiyatri Derneği, bu ülkenin ruh sağlığı uzmanları olarak, 15 yaşında bir çocuğun ardından, Berkin Elvan’ın ardından duyduğumuz derin acı ile bu ülkenin insanlarına diyoruz ki; bu toprakların insanları yüzyıllarca mağrur bir sessizlikle, şiddetsizlikle ölüm acısını paylaşırlar, bir arada yaslarını tutarlar, bugün yas tutma günü… Ve diyoruz ki;

 –  Artık durun, çocuklar öldürülmesin!

–  Silahlarınızı susturun, insanlar yaslarını tutabilsin!

–  Adaleti sağlayın, insanlar devletlerine güvenebilsin!             TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ MERKEZ YÖNETİM KURULU

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

ŞİZOFRENİ BİYOLOJİK BEYİN HASTALIĞIDIR

TPD Basın Açıklaması:”Şizofreni biyolojik bir beyin hastalığıdır”

 Basın ve Kamuoyuna

Şizofreni, genellikle genç yaşlarda başlayan, kişinin dış dünyadan uzaklaşarak içine kapandığı; duygu, düşünce ve davranışlarında önemli bozuklukların ortaya çıktığı, beynin yapı ve işleyişinde değişiklerin saptandığı, kronik seyirli biyolojik bir beyin hastalığıdır. Bu hastalarda gerçek dışı algılar ve düşünceler, toplumdan uzaklaşma, öz bakımda, düşünce üretiminde, soyut düşünme becerisinde ve duygusal ifadelerde azalma sık görülen belirtilerdir. Şizofreni belirtisi gösteren hastalar insanlık tarihinde çok eski çağlardan beri tanımlanmış olup, orta çağ Avrupa’sında içine şeytan girdiğine inanılarak diri diri yakılmışlardır. 19. Yüzyılın başlarından itibaren tıpta araştırma yöntemlerinin gelişmesiyle hastalığın nedenlerine, seyrine ve tedavisine  yönelik araştırmalar artmış ve 1950’li yıllarda antipsikotik ilaçların keşfiyle tedavi edilebilir bir hale gelmiştir.

Günümüzde tıp bilimi hastalıkların tedavilerini bilimsel kanıtlara dayandırmak zorundadır. Bu kanıtlar, bilimsel çalışmalar sonucunda elde edilir.  En güçlü kanıtlar o alanda yapılan çok sayıda çift-kör kontrollü çalışmanın verilerinin gözden geçirildiği metaanaliz çalışmalarından sağlanır.  Olgu sunumları ve uzman görüşleri de daha az değere sahip olsa da, bilimsel birikime katkıda bulunabilirler.Prof. Dr. M. Kemal Irmak’ın “Journal of Religion and Health” isimli  derginin Haziran sayısında yayınlanan “Şizofreni mi, cin çarpması mı?” başlıklı makalesinde ileri sürülen görüş herhangi bir bilimsel kanıta dayanmadığı gibi, kendisi histoloji ve embriyoloji alanında çalışmakta olan bir araştırmacı olarak, psikiyatrik bir hastalıkla ilgili görüş bildirmesi de kabul edilemez. Bu nedenle, bu makalenin bilimsel bir değeri yoktur. Bunun yanında, Prof. Dr. M. Kemal Irmak’ın TÜBİTAK Araştırma Destek Programları Başkanlığı Sağlık Bilimleri Araştırma Destek Grubu Yürütme Komitesi Sekreterliğini yürütüyor olması da ülkemizin bilim yaşamı açısından kaygı vericidir.

Tüm tıbbi hastalıklarda olduğu gibi şizofrenide de erken tanı ve tedavi hastalığın iyileşmesi açısından çok önemlidir. Bu tür bilimsel gerçeklikten uzak bilgiler çare arayışı içinde olan hastaların ve hasta yakınlarının yanlış yönlenmesine ve dolayısıyla tıbbi tedaviye geç başvurmalarına neden olmaktadır. Bu da hastalığın seyrini kötüleştirmekte, komplikasyonların ortaya çıkmasına neden olmakta ve iyileşmeyi zorlaştırmaktadır.

Saygılarımızla

TPD Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar

Çalışma Birimi Türkiye Şizofreni Dernekleri Federasyonu

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

2013 İNTİHAR İSTATİSTİKLERİ

İntihar İstatistikleri, 2013
Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı kayıtlarından 2012 yılına kadar derlenen intihar olayları, 2012 yılından itibaren ölüm belgelerinden elde edilen kayıtlar ile Adalet Bakanlığı, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü kayıtları da dahil edilerek açıklanmaktadır. Böylece intihar istatistiklerinin kapsamı genişletilmiştir. İntihar verileri kurumların idari kayıtlarından elde edilmekte olup kurumlardan geçmiş yıllara ait yeni gönderilen verilerle intihar istatistikleri güncellenmektedir. Bu haber bülteninde, 2012 yılına ilişkin intihar istatistikleri 31/05/2014 tarihi itibariyle güncellenerek verilmiştir. 
İntihar sayısı 3 189 oldu
Ölümle sonuçlanan intihar sayısı, 2013 yılında 3 189 oldu. İntihar edenlerin %72,7’sini erkekler, %27,3’ünü kadınlar oluşturdu. 

Kaba intihar hızı yüz binde 4,19 oldu

Yüz bin nüfus başına düşen intihar sayısını ifade eden kaba intihar hızı, 2013 yılında yüz binde 4,19 oldu. Diğer bir ifade ile her yüz bin kişiden dördü intihar etti. 

Kaba intihar hızının en yüksek olduğu il yüz binde 9,33 ile Karaman oldu

Kaba intihar hızı illere göre incelendiğinde, 2013 yılında kaba intihar hızının en yüksek olduğu il yüz binde 9,33 ile Karaman oldu. Karaman ilini yüz binde 7,54 ile Ardahan, yüz binde 7,22 ile Bingöl ve yüz binde 7,09 ile Elazığ izledi. Kaba intihar hızının en düşük olduğu il ise yüz binde 0,74 ile Gümüşhane oldu. Gümüşhane ilini yüz binde 1,54 ile Rize, yüz binde 2,29 ile Tokat ve yüz binde 2,34 ile Yalova izledi.

Kaba intihar hızının en yüksek ve en düşük olduğu 10 il, 2013

İntiharlar en fazla yaşlı nüfusta görüldü

Yaşa özel intihar hızları incelendiğinde, yüz binde 8,08 ile en fazla intihar olayı “75+” yaş grubunda görülürken en az intihar olayı yüz binde 4,56 ile “35-39” yaş grubunda görüldü. Kaba intihar hızının en yüksek olduğu yaş grubu, erkeklerde yüz binde 14,63 ile “75+” yaş grubunda, kadınlarda ise yüz binde 5,52 ile “15-19” yaş grubunda görüldü.

İntihar sayıları yaş grubu ve cinsiyete göre incelendiğinde, yaş grupları arasındaki cinsiyet farklılığının belirgin olduğu görüldü. 15 yaş altı intiharlar hariç tüm yaş gruplarında erkek intiharlarının kadın intiharlarından daha fazla olduğu tespit edildi. Cinsiyetler arasındaki farklılığın en yüksek olduğu yaş grubunun “25-29”, en az olduğu yaş grubunun ise “15-19” olduğu görüldü. 

Yaş grubuna göre intihar sayısı ve intihar hızları, 2013

İntihar eden kişilerin %53,8’inin intihar nedeni tespit edilemedi 

İntihar eden kişilerin 2013 yılında %53,8’inin intihar nedeni tespit edilemedi. İntihar eden kişilerin %16,1’i “hastalık”, %9,3’ü “aile geçimsizliği”, %6,9’u “geçim zorluğu”, %3,3’ü “hissi ilişki ve istediği ile evlenememe”, %1,9’u “ticari başarısızlık” ve %0,5’i ise “öğrenim başarısızlığı” nedeniyle intihar etti.

İntihar edenlerin %50,9’u kendini asarak intihar etti

İntihar edenlerin 2013 yılında %50,9’u kendini asarak intihar etti. İntihar şekilleri arasında %25,5 ile “ateşli silah kullanmak” ikinci sırada, %9,4 ile “yüksekten atlamak” üçüncü sırada, %6 ile “kimyevi madde kullanmak” dördüncü sırada geldi.

İntihar eden kişilerin %38,4’ü ilkokul mezunuydu 

İntihar eden kişilerin 2013 yılında %38,4’ü “ilkokul mezunu” idi. İlkokul mezunlarını %14,2 ile “lise ve dengi okul”, %10,4 ile “ilköğretim” ve %9,9 ile “ortaokul ve dengi” mezunları takip etti.

En fazla intihar olayı evli olan kişilerde görüldü 

İntihar edenlerin %48,8’i “evli”, %38,4’ü “hiç evlenmemiş”, %5,6’sı ise “boşanmış” kişilerdi. İntihar eden kişilerin medeni durumu ve cinsiyete göre dağılımı incelendiğinde, erkeklerde en fazla “evli” olanların intihar ettiği görülürken, kadınlarda “evli” olanların yanında “hiç evlenmemiş” kadın intiharlarının da yüksek olduğu görüldü.

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

UYUŞTURUCU KULLANIMI VE TRAFİĞİ İLE MÜCADELE GÜNÜ

Uyuşturucu Kullanımı ve Trafiği ile Mücadele Günü Basın Açıklaması

                                                      26 Haziran 2014

Her geçen yıl madde kullanımının yaygınlığı ve madde kullanımı ile ilişkili sorunların boyutu artarak devam etmektedir. Madde kullanımı ile ilgili çözüme yönelik çalışmalarda bulunan meslek gruplarının yaptıkları uyarılar basın yoluyla kamuoyuna ulaştırılmasına rağmen yeterli olmamakta ve sorun gün geçtikçe büyümektedir. Ayrıca devletin karar alıcı mekanizmaları da belirlenen sorunlar ve çözüm yöntemlerine ilişkin yeterince kararlı ve istikrarlı politikalar geliştirememiştir. Devlet erkinin uyguladığı politikalar, Sağlık Bakanlığı’nın genel sağlık sistemine dönük yaptığı piyasalaşma reformlarının bir parçası olmaktan öteye gidememiştir. Toplumun ve devletin madde kullanımı ile ilgili sorunlara bakış açısı ve kısmen duyarsızlığı sonucunda madde kullanım oranları artmış ve Türkiye’nin madde piyasasına ek sentetik maddeler katılmıştır.

Üstten bakan devlet anlayışı ve toplumsal bilgilendirmelerin yetersizliği nedeniyle madde kullanım sorunu sosyoekonomik anlamda geride kalmış kesimlerin sorunu olarak algılanmaya başlanmıştır. Yeterli çalışmalar olmasa dahi bu alanda çalışanların mesleki pratiğinde deneyimlediği gerçeklik; madde kullanımının kentlerin ve tüm toplumun sorunu olduğu yönündedir. Mesleki pratiğe dayalı gözlemin nesnelliği tartışılır olduğunda ise; sorunun  toplumun sosyoekonomik anlamda geride kalmış kesimini ilgilendirdiği varsayımı başka sorun alanlarının değerlendirilmesi gerektiğini gözler önüne sermektedir. Öncelikle toplumun özellikli bir kesimini ilgilendirdiği kabul edilse dahi toplumun her kesiminin birbiri ile etkileşim içinde olduğu ve bu bağlamda sorunun tüm toplumu etkileyeceği gerçeği yok sayılmış olmaktadır. Ayrıca kentsel dönüşüm politikaları ile bölgeye özgü sorun tarifinin ne kadar mümkün olduğu da ikinci bir sorudur. Tüm bu sorunsallar beraber ele alındığında; madde kullanımına dönük değerlendirmenin çok boyutlu yapılması ve toplumun tüm katmanlarını içine alan sorun çözme politikalarının geliştirilmesi elzem görünmektedir.

Madde kullanım sorunu gençliğin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikelerden biridir. Gençliğin sorunlarını ele alırken madde kullanımını dışlamak ya da diğer sorunlardan ayrı değerlendirmek bütüncül yaklaşıma aykırıdır. Bütüncül olarak ele alınmayan sorunlara dönük geliştirilen çözüm politikalarında aksaklıklar ve yetersizliklerin olması ise beklenen bir sonuçtur. Gençlerin sağlıklı bir çevrede yaşama ve sağlıklı bir birey olma hakkı en temel insan haklarındandır. Devlet erkinin eliyle insan haklarının korunması anayasal teminat altına alınmıştır. Devlet organları anayasal hak olan sağlıklı yaşam sürdürme hakkını toplumun tüm üyeleri için eşit bir şekilde sunmalıdır. Sağlık hizmetinin sunumu öncesinde ise ilgili meslek gruplarından fikir almak ve projeler oluşturmak yegane akılcı yöntemdir. Toplumun tüm kesimleri, sivil toplum kuruluşları, bağımlılık alanında çalışan meslek grupları ve devletin ilgili organlarının katılımı ile sorun çözme politikaları geliştirilmesi, madde kullanımı sorununa dönük eylem planlarının ilk basamağı olmalıdır.   Dünyada uyuşturucu kullanımında artış olması ve bunun insanlık için büyük bir tehdit oluşturduğu gerçeğinden hareket eden Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1987 yılında aldığı bir kararla, uyuşturucusuz temiz bir toplum hedefine ulaşma ve uluslararası alanda eylem ve işbirliğini güçlendirme konusundaki kararlığını vurgulamak amacıyla, 26 Haziran tarihini “Uluslararası Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” olarak belirlemiştir. Bütün ülkelerde 26 Haziran tarihinde çeşitli etkinlikler yapılır ve uyuşturucunun zararları üzerinde durulur. Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bu konuya kamuoyunun dikkatinin çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Türkiye Psikiyatri Derneği

Merkez Yönetim Kurulu adına

Doç. Dr. Ayşe Gül Yılmaz Özpolat Eğitim Sekreteri

BY: admin

Duyurular & Haberler

Yorumlar:Yorum yapılmamış

DÜNYA İNTİHARI ÖNLEME GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI

    TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ

Dünya İntiharı Önleme Günü Basın Açıklaması

10.09.2014

2013 yılında ülkemizde her 2 saat 40 dakikada bir kişi intihar ederek yaşamını sonlandırdı.

Uluslararası Dünya İntiharı Önleme Birliği (IASP) ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından, 11 yıldır, toplumun dikkatini intiharlara dikkatini çekmek için kurulmuştur.

Her yıl 800 binden fazla kişi yaşamını intihar sonucu sonlandırmaktadır. Bu rakamlar her 100.000 kişide 11 kişinin intihar sonucu öldüğüne işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, her 40 saniyede bir kişi intihar sonucu ölmektedir.

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, son 10 yılda ülke genelinde yaklaşık 29000 kişi, yalnız 2013 yılında ise 3189 kişi intihar sonucu hayatını yitirmiştir. Bu rakamın %27 sini kadınlar,  %73 ünü ise erkekler oluşturmaktadır. 

Dünya Sağlık Örgütü ilk ‘Küresel İntiharı Önleme Raporu’nu’ yayınlamıştır. 15-29 yaş grubundaki en sık 2. ölüm sebebi intihardır.

Ülkemizde de tüm intiharların %34’ü 15-29 yaş grubunda gerçekleşmektedir. Bu üretken çağdaki erken ve önlenebilir ölümler birçok çalışmanın odak noktasındadır. Özellikle dürtüsel intiharların önlenmesinde ki ergen yaş grubunda sıktır; intihar araçlarına erişebilirliğin azaltılması intiharı önleme çabalarının önemli bir unsurdur. Türkiye’de bu yaş grubunda şekline göre intiharları incelediğimizde ateşli silah kullanımı sonucu intihar oranları %32.5’tir, yalnız 19 yaş ve altı gruba bakarsak oran %35’tir. Tabii ateşli silah ve toksik maddelerin temini ve saklanması ile ilgili düzenlemelerini, köprü üzerlerine engeller yerleştirme gibi kısıtlama politikalarını uygulamaya sokabilmek toplumdaki farklı grupların ortak farkındalığını ve işbirliğini gerektirmektedir.

Dünya İntiharı Önleme Günü teması 2014 yılı için ‘Bağlılık-Bağların Güçlendirilmesi’ olarak belirlenmiştir. Bu tema ile etkin intiharla mücadele için hem kişilerarası, hem de kurumlar arası bağların kuvvetlendirilmesi gerekliliğine dikkati çekmek hedeflenmiştir.

Yalnızlığın intihar riskini arttırdığı çeşitli araştırmalarla gösterilmiştir. Buna karşın kişinin yalnız olmadığını hissetmesinin, kişilerarası bağlılığın ve aidiyet hissinin de koruyucu etkisi bilinmektedir. Oysa çeşitli sebeplerle intihar düşüncesi içerisindeki kişiler insanlarla ilişkilerini askıya alırlar, geri plana iterler. Ruhsal hastalıklar, özellikle depresyon, intihar davranışına yatkınlık yaratan en önemli etkendir. Hastalığın yalnızlaştırıcı etkisinin yanı sıra intihar düşünceleri ve ruhsal hastalıklara ilişkin olumsuz bir şekilde etiketlenme, damgalanma endişesi bireylerin toplumla ilişkilerinin daha da zayıflamasına neden olmakta ve kişiler hayat kurtarıcı yardımı istemekten geri durmaktadır. Risk grubundaki bu kişilere aile ve yakın çevredeki insanların destek vermesi,  dayanışma göstermesi hayati önem taşır.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hali hazırda sadece 28 ülkenin ulusal intihar önleme planı olduğuna işaret ederek, üyesi konumundaki 194 ülkede 2020 yılına kadar intihar vakalarını %10 azaltmayı hedeflemektedir.

İntiharı önlemeye yönelik sistemli sağlık projeleri geliştirilmelidir. Bu çerçevede intiharlarda görülen yüksek ruhsal hastalık oranları sebebiyle ruh sağlığının hem bireysel, hem de toplumsal düzeyde korunmasına ve iyileştirilmesine yönelik çalışmalar intiharı önlemede esas hedeflerden biri haline gelmelidir. Gerekli olduğu anda hızlı ve etkin bir biçimde tüm tedavi seçeneklerinin hastaya sunulabildiği bir sistem oluşturulmalıdır. İntihar eğilimli kişilerin her an başvurabilecekleri psikiyatrik krize müdahale servisleri, telefon ve internet servis hatları oluşturulmalı, sağlık sektörünü oluşturan birimler arası sevk usulleri planlanmalıdır. Böyle bir sistemin doğru şekilde işleyebilmesi için ise birimler arası iyi bir iletişim ve eşgüdümlü çalışma, yani kurumlar arası bağların güçlendirilmesi esastır.

Prof. Dr. Tarık Yılmaz TPD İntiharı Önleme ve Krize Müdahale Bilimsel Çalışma Birimi Koordinatörü

  • 1
  • 2