BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Psikoterapi Etik İlkeleri

Her psikiyatristin  psikoterapötik yaklaşımın ilkelerini bilmesi, hastasına daha fazla yardımcı olabilmesini sağlar. Bu temel ilkeler; dinlemeyi bilmek, eş duyum (empati) yapabilmek, hastayı yargılamamak, terapist hasta (danışan) ilişkilerinin sınırlarını korumak, aceleci yorumlamalara kapılmamak, yorumları uygun zamanlarda yapmak, dürüst ve saydam olmak, vb.

             Bunlar in­sana saygılı, yardımcı olmaya çalışan, yansız, yargılamasız davranan kişilerin yapabileceği şeylerdir. Terapi­nin türü ne olursa olsun, “olmazsa olmaz” ilkeleri bun­lardır. Hasta ya da danışan hangi dinden, ırktan, ülke­den, hangi meslek grubundan olursa olsun, eşit ve insana saygılı davranışta bulunmak esastır.

Prof.Dr.M.Orhan Öztürk

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Psikoterapide Ne Olur?

Terapide hastanın anlattıkları dikkatli bir biçimde dinlenir, hasta, hastanın geçmişi ve belirtisinin ortaya çıkış nedeni anlaşılmaya çalışılır. Bu dinleme ve anlama çalışması bir arkadaşlık ilişkisinden farklıdır. Terapist görüşmeyi değerlendirirken zihninin gerisinde psikoterapi için kullandığı bir kuram ve bu kurama dayalı yorumlamalara sahiptir. Aslında terapist kendi benliğini bir tanı ve tedavi aracı olarak kullanır.

Görüşme sırasında hastanın hikayesinde açık olmayan, anlaşılamayan noktalar vurgulanarak hastadan daha detaylı ve anlaşılır bilgiler edinilir. Burada bir sorgulama değil hastayla beraber bir merak ediş vardır. Karmaşık noktalar üzerinde çalışılarak hastanın bilincinde olduğu ve bilinçdışındaki malzeme arasında bir senkronizasyon sağlanır.
Psikoterapide ikinci adımda, hastanın anlattıkları arasında çelişkili ve zıt gibi görünen konular hastaya gösterilir. Böylece hasta yavaş yavaş bir içgörü kazanır, olaylara bakış açılarını, ilişkilerini ve ilişkilerdeki yerini yeniden tanır ve tanımlar, farklı bakış açıları geliştirir.
Terapi sırasında terapist ve hasta arasındaki ilişki de sık sık gündeme gelir. Çünkü bu ilişki hastanın dışarıdaki yaşamındaki ilişkilerin bir örneğidir ve bu ilişki üzerinde çalışılarak hastanın temel ilişki kurma kalıbında değişiklikler yapılır.
Yorumlama terapinin en önemli araçlarından birisidir. Hastanın geçmişi, ilişkileri, psikolojik belirtileri ile anlattıkları üzerine yapılan yorumlamalarla bilinçdışı ile bağlantılar kurulur. Yorumlamalarla, çatışmaların kökenleri, benliği nasıl etkilediği, kaygılar ve kaygılara karşı kullanılan savunma düzenekleri, arzuların ve dürtülerin hastanın yaşamındaki yeri ortaya çıkarılır.
Mesela terapist hastanın anlattıklarından şüphelendiğini fark ederek hastaya, anlattığı davranışların onun şüphelendiğini gösterdiğini söyleyebilir ve bu konudaki farkındalığını tartabilir. Bu bir yüzleştirmedir. Bununla beraber, hastanın kurtulmak istediği “kötü” bir şeyi terapiste atfetme sebebinin, hastanın kendi şüphesi ve korkusu olduğunu öne sürmek bir yorumlamadır.
Aktarımın yorumlanması da terapi sırasında kullanılan bir araçtır. Aktarım, hastanın görüşmede, kendisi için önemli kişilerle geçmişinde kurduğu çatışmalı ve sorun yaratan ilişkileri, farkında olmadan, tekrar sahnelemesini yansıtan uygunsuz davranışların var olmasıdır. Aktarım tepkilerinin yorumlanması, hastanın burada-ve-şimdi karışıklık yaratan sorunlarla orada-o zaman yaşadıkları arasındaki bağlantıyı kurma olanağı sağlar.

Terapi ve zaman
Yukarıda anlatılan yöntemler kullanılarak kişinin psikolojik belirtileri ortadan kaldırılır ve eğer kişi bu çalışmaya devam ederse kişisel gelişimi devam eder. Tüm bu süreç için acele etmemek gerekir. İyileşme zamana ve çalışmaya ihtiyaç duyar. Terapide hem hasta hem de terapist emek vermeden istenilen değişimi yakalayamaz. Bazen hastalar veya terapistler aceleci davranırlar ve hızlı sonuç elde etmek isterler. Zaman açısından beklentinin yüksek olması hastalarda hayal kırıklılığı yaratır. Şunu unutmamak gerekir ki insandaki değişimler yavaş olur. Eğer kişi içindeki motivasyonu ve merakı canlı tutarsa psikoterapi çok zevkli ve kalıcı bir uğraş ve deneyim olacaktır.

Psikiyatrist Uzm.Dr. Ali Algın Köşkdere 

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Grup Psikoterapileri

Psikoterapi, DÜŞÜNCE, DUYGU VE DAVRANIŞLARI, KONUŞMA, İLİŞKİ KURMA, BİRLİKTE DEĞİŞİK ÇALIŞMA YOLLARI İLE ETKİLEYEREK DEĞİŞTİRME, İYİLEŞTİRME demektir.

Psikoterapi deyince, çağdaş ruh bilim bilgilerine dayanarak, hasta/ danışan ile olumlu bir ilişki içinde özel teknikleri kullanan bir takım uygulamalar anlaşılır.

Grup psikoterapisi, bu eğitimi almış grup psikoterapistleri tarafından yönetilen, 3- 20 kişiden oluşan, uygun şekilde seçilmiş hasta ve/veya danışanlara uygulanan bir tedavi biçimidir.

İnsanlar küçük ve geniş gruplar halinde yaşar ve etkileşimlerde bulunurlar. Adeta içinde yaşanılan toplumun bir minyatürünü sağlayan grup psikoterapilerinde, hastalar/ danışanlar, kendilerini ve diğerlerini daha iyi anlama, tanıma ve kendilerini değiştirme, geliştirme fırsatı bulurlar.

Değişik ekollerde kuramsal donanımları olan ve değişik teknikler kullanan grup yöneticileri, değişimleri sağlamak için grup üyeleri arasındaki dinamikleri ve etkileşimleri kullanır. Grup psikoterapilerinin en büyük özelliği, grup üyelerinin, yönetici/ yöneticilerden olduğu kadar, diğer üyelerden de geri bildirim almalarıdır. BİRDEN ÇOK KİŞİNİN BİRBİRLERİNE YARDIMI söz konusudur. Bir başka özelliği de, hem kişinin hem de terapistlerin, hastanın/ danışanın, ruhsal, duygusal ve davranışsal tepkilerini doğal şekilleriyle gözleyebilmeleridir. 

Gruplara özgü terapötik faydalar nelerdir?

Gruba özgü tedavi edici etkiler arasında

v     EVRENSELLİK (yalnız değilim duygusu),

v     ÖZGECİLİK (başlarını düşünme),

v     EŞDUYUM BECERİLERİNDE ARTIŞ,

v     UMUT AŞILAMASI,

v     GEÇMİŞİ TAMİR EDEN DUYGUSAL YAŞANTI,

v     SOSYALLEŞME BECERİLERİNİN GELİŞMESİ,

v     SAĞLIKLI ÖZDEŞİMLER KURMA,

v     KABUL VE HOŞGÖRÜ GELİŞTİRME,

v     GERÇEĞİ DEĞERLENDİRME YETİSİNDE ARTIŞ,

v     İLİŞKİSEL ÖĞRENMELER,

v     FARKINDALIK ARTIŞI,

v     İÇGÖRÜ ARTIŞI vardır.

Grup psikoterapisi çeşitleri 

Altta yatan kuramsal dayanaklarına göre grup psikoterapisi çeşitleri vardır:

 v     DESTEKLEYİCİ,

v     ÇÖZÜMLEYİCİ (ANALİTİK),

v     PSİKODRAMATİK-SOSYOMETRİK,

v     DAVRANIŞCI-BİLİŞSEL,

v     İLİŞKİSEL,

v     ETKİLEŞİMSEL,

v     GEŞTALT,

v     TRANSAKSİYONEL,

v     AİLE VE EŞ GRUPLARI,

v     EĞİTSEL,

v     EĞİTİMSEL,

v     KENDİNE YARDIM GRUPLARI bunlar arasında belli başlılarıdır.

 Grup psikoterapistleri / yöneticileri 

Gruplar, genellikle, bir yönetici ve 1- 2 yardımcı yönetici tarafından yönetilir. Yardımcı yöneticilerin eğitiminin de sürdüğü gruplarda yardımcı yöneticiler dönüşümlü olarak yönetimi alır ve canlı denetim alırlar.

Yöneticilerin, ALANLARINDA UZMANLAŞMIŞ oldukları, SERTİFİKALARINI görerek anlaşılabilir. Eğitimlerini, genellikle, DERNEKLER VE ÖZEL ENSTİTÜLER aracılığıyla yapmaktadırlar.Grup psikoterapisti (psikiyatristler, klinik psikologlar, uzun süreli psikopatoloji eğitimi almış tıp doktorları) ya da grup yöneticisi (psikologlar, sosyal hizmet uzmanları, psikolojik danışmanlar, tıp doktorları, yüksek hemşireler) ünvanı kazanmış kişiler bu işi yapmaya ehildir. 

Tarihçe

Tarihsel olarak bakıldığında psikiyatrik tedavi boyutuna, ilişkiler boyutunu ve grubu sokan öncüler arasında, alandaki çalışmaları 1914’lerde başlayan J. L. Moreno’yu sayabiliriz. İlk grup psikoterapileri kongreleri ve halen etkin şekilde çalışan Uluslararası Grup Psikoterapileri Birliği onun tarafından başlatılmış, kurulmuştur. J. L. Moreno, özgün bir yöntem olan Psikodramatik Sosyometrik Grup Psikoterapisi’ni geliştirmiştir. Diğer öncüler arasında S. Slavson, H. Spotniz, S. H. Foulkes, W. Bion, E. Berne, F. Perls, I. Yalom,’u sayabiliriz.

Ülkemizdeki ilk grup psikoterapisi uygulamaları R. Avcılar, F. Ergun, E. Gençtan, L. Zileli, C. Odağ tarafından yapılmış, ilk sistemli grup psikoterapisi eğitimi (psikodrama) A. Özbek tarafından başlatılmıştır. Adını taşıyan Dr. Abdülkadir Özbek Psikodrama Enstitüsü bu alanda uzmanlar yetiştirmeye devam etmektedir.

Sınıflandırmalar

Amaca göre: Belirtilerin iyileştirilmesi, yaşamdaki ilişkilerin düzeltilmesi, kişilik gelişimi.Tiplere göre:Destekleyici, psikanalitik, grup analizi, psikodinamik-ilişkisel, psikodrama, geştalt, transaksiyonel, davranışçı- bilişsel, etkileşim, eğitici, profesyoneller için eğitim, kendine yardım grupları.

Hasta/danışan seçimine göre:Aynı tanılı hastalarla homojen gruplar oluşturulabilir. Örneğin, yeme bozuklukları, alkol ve madde kullanım bozuklukları, şizofrenik bozuklukta sosyal beceri gelişimi grupları, yas grupları gibi. Değişik tanı ve sorunlara göre karma (heterojen) gruplar oluşturulabilir.

Süreye göre: Bir hafta sonu çalışması (konulu çalışmalar, atölyeler), uzun yıllar süren (üç yıllık kişisel gelişim/ tedavi grupları, dört- yedi yıllık profesyonel eğitim grupları) ya da açık uçlu süresiz gruplar (psikoterapi grupları, kendine yardım grupları) söz konusu olabilir.

Uygulama yeri

Hastanelerde grup toplantıları, günaydın toplantıları grup biçiminde yapılır ve çoğunlukla serviste yatan tüm hastaların katılımı ile ekip yöneticiliğinde gerçekleşir. Ayrıca grup için seçilen hastalarla grup psikoterapileri de yapılabilmektedir.Özel koşullarda muayenelerde, psikoterapi yan dal merkezlerinde, psikoterapi atölyelerinde, psikolojik danışmanlık ve terapi merkezlerinde, enstitülerde başvuranlar arasından yapılan seçimlerle grup oluşturulur.

Grubun Yapısal Özellikleri

Büyüklük: En az 3 en çok 20 üye ile yürütülür. Bazı orta ve geniş grup uygulamaları da olabilir (20’den fazla; 60’tan fazla) Çoğu grup psikoterapisti 8- 12 üye ile çalışır.

Seans sıklığı: Çoğunlukla haftada bir (45 dakika- 3 saat) uygulanır. Yoğun ( hafta sonu 21 saat, bir hafta her gün) ve maraton grup uygulamaları (az uykuyla 72 saat) da vardır.

Kapalı ya da açık grup: Bazı gruplar başladığından sonra yeni üye almaz. Grup sayısı düşse bile aynı üyelerle devam eder. Yarı kapalı gruplarda düşen üye sayısına göre yeni üye eklenebilir. Açık gruplarda ise tedavisi biten üye ayrılır. Gruba yeni üyeler eklenmeye devam eder. Grupta eskiler ve yeniler birarada bulunur.

Ortam: Grup psikoterapileri hastanelerde yatan ve ayaktan olmak üzere uygulanabilir. Muayenehanelerde, danışmanlık ve tedavi merkezlerinde, psikoterapi merkezlerinde, enstitülerde, atölyelerde uygulanabilir.

Hasta/ Danışan Seçimi

Grup terapistleri, gruba uygun kişileri belirlerken genellikle en az birkaç bireysel görüşme yaparak karar verirler. Ruhsal muayene ve değerlendirme yapar, bazı psikolojik testler isteyebilirler.

Seçim ve dışlamada kullanılabilecek bazı ölçütler şunlardır:

Otorite sıkıntısı: Yüksek düzeyde otorite sıkıntısı yaşayan kişilerin bir kısmı grup ortamında daha rahat eder.

Akran sıkıntısı: Sınırda ve şizoid kişiliği olanlar grup ortamlarında pek rahat edemezler.

Sosyal fobi: Bu kişiler dayanabilirse grup onlar için ideal bir tedavi ortamıdır.

Diğer bazı tanılar: Grup için dışlama ölçütlerinde antisosyal kişilik bozukluğu, paranoid kişilik bozukluğu vardır. Bu kişiler karma gruplarda iyi hissetmezler. Bunlar yine de kesin dışlama ölçütü değildir.Sanrılı hastalarda özenli davranmak gerekir. İntihar riski yüksekse gruba alınması pek uygun değildir. İki uçlu duygudurum bozukluğunda ilaç kontrolündeki hastalar grup psikoterapisinden yararlanabilir. Şizofrenik bozukluklu hastalar ilaç kontrolü ile grup psikoterapisinden yararlanabilirler. Grup psikoterapileri bazı hastaların (anksiyete bozuklukları, yineleyici depresyon, postravmatik stres bozukluğu, yeme bozuklukları) ilaç terapilerinin ileride sonlandırılmasında yararlı olabilir. Bu değerlendirme grup psikoterapisti ile farklı kişiyse psikiyatristinin ortak değerlendirmesi ile yapılmalıdır.

Grup psikoterapisi hangi hastalıklarda ve durumlarda uygulanır?

  • Anksiyete bozuklukları (Panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, akut ve kronik stres bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluk, fobiler, sosyal fobi, dissosiatif bozukluklar, konversiyon bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, hipokondriazis, sınav anksiyetesi, performans anksiyetesi)
  • Duygudurum bozuklukları (depresyon, iki uçlu duygudurum bozukluğu)
  • Psikotik bozukluklar (Destekleyici, eğitici gruplar)
  • Yeme bozuklukları
  • Madde ve alkol kullanım bozuklukları
  • Cinsel sorunlar
  • Kişilik bozuklukları
  • Yas, komplike yas, kayıp ve travmalar
  • Çocukluk travmaları
  • İlişki sorunları (eş, aile, çocuk, işyeri) Not: Aile ve eş grupları değilse, grup psikoterapilerinde kişi terapiye onlardan ayrı katılır.
  • İhmal, istismar ve şiddet
  • Kronik fiziksel hastalıklar
  • Duygusal durumlarla bağlantılı fiziksel bozukluklar
  • İşyerlerindeki ilişkisel sorunlar
  • Okullardaki ilişkisel sorunlar
  • Çatışma çözümü
  • Ebeveynlik eğitimi
  • Yaşam değişikliklerine uyum sorunları
  • Zorlu ve kronik hastalıklarla uğraşan hasta yakınlarına yardım
  • Farkındalık, içgörü ve kişisel gelişim
  • Türkiye Psikiyatri Derneği Grup Psikoterapileri Bilimsel Çalışma Birimi tarafından halka yönelik bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır.

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Aile ve Çift Terapisi

Aile ve çift terapisi; değişim ve gelişimi sağlamak adına, aileler ve çiftler arasındaki yakın ilişkinin çalışıldığı, psikoterapinin bir dalıdır.

Bireylerin diğer insanlarla kurdukları ilişkiler, ruh sağlıkları ve duygusal doyumları açısından çok önemlidir. Özellikler ebeveyn, eş ve çocuklar gibi kişilerle kurulan yakın ilişkilerde, bu rol daha belirgin bir hal alır. Bu yakın ilişkilerden birisi olan evlilik ilişkisinde, eşler zaman zaman çatışmalar, zorlu ve sıkıntılı dönemler yaşayabilirler.

Aile ve çift terapisinde amaç, aile içinde ve çiftler arasında yaşanan ZORLU VE SIKINTILI SÜREÇLERIN ELE ALINARAK ÇATIŞMALARIN ÇÖZÜLEBILMESI ve tüm aile üyelerinin SAĞLIKLI YÖNDE DEĞIŞIMININ VE GELIŞIMININ sağlanmasidir.

Hem aile içi ilişkileri düzenlenmesi hem de diğer insanlar ve durumlar ile ilişkilerin düzenlenmesi hedeflenmektedir.

Ülkemizde aile ve çift terapisi son yıllarda giderek artan bir öneme sahiptir. Bireyler, sıkıntılı ve zor olan döngülerinden kurtulabilmek için tüm sistemde meydana gelebilecek bir değişime ihtiyaç duymaktadırlar. Terapistler, aile üyelerinin birbirlerine yardım edebilmeleri için yapıcı yollar bulmasına yardım ederler. Her bir üyenin sıkıntısı aile sistemi içinde değerlendirilir.

Aile ve çiftlerle olan çalışmaların uzun vadeli etkisi söz konusudur. Terapiye katılan bireyler, kendileri ve diğer aile üyeleri hakkında daha fazla şey öğrenmektedirler. Bireylerin birbirleri ile kurdukları yakın ilişkiler desteklenmektedir. Problemlerle baş etme becerilerinin edinilmesi ile birlikte, sadece o anda yaşanan durumlara çözüm üretilmesi değil, sonrasında da yaşanabilecek bazı zor durumlarla baş edilebilesi sağlanabilmektedir.

Aile ve Çift Terapisinden Kimler Yararlanabilir?

Özellikle aile ve çift ilişkilerinde problem yaşayan herkes bu terapi yönteminden yararlanabilir. Aile ve çift terapisinin çok geniş ve yaygın bir kullanım alanı vardır. Tüm psikiyatrik/psikolojik bozukluklarda, diğer yöntemlerle birlikte kullanılabilir. Kullanım alanlarından bazıları aşağıdaki gibidir:

  • ÇIFT ILIŞKILERI
  • EVLILIK PROBLEMLERI
  • BOŞANMA
  • ÇOCUK, ERGEN VE YETIŞKIN RUH SAĞLIĞI
  • ÇOCUK VE ERGENLERDE DAVRANIŞ BOZUKLUĞU VE OKUL PROBLEMLERI
  • YEME BOZUKLUKLARI
  • ALKOL VE MADDE KULLANIMI
  • KRONIK FIZIKSEL RAHATSIZLIKLARLA
  • YAS, KAYIP VE TRAVMALAR
  • DUYGUSAL ISTISMAR, IHMAL VE ŞIDDET
  • AILE YAŞAMINDA DEĞIŞIKLIKLER (IŞ DEĞIŞIKLIĞI, TAŞINMA VB.)
  • ANKSIYETE VE DEPRESYONU DA IÇEREN DUYGUSAL BOZUKLUKLAR
  • EBEVEYNLIK BECERILERI
  • ÜVEY BIREYI BULUNAN AILELER DESTEK.
  • PSIKOSEKSÜEL ZORLUKLAR
  • EVLAT EDINME, ÜVEY EBEVEYN/ÇOCUK ILIŞKILERI
  • KENDINE ZARAR VERICI DAVRANIŞ
  • TRAVMA SONRASI ÇOCUKLARA, GENÇLERE VE YETIŞKINLERE DESTEK
  • GÖÇ EDEN AILELERE DESTEK
  • İŞ STRESI
  • EKONOMIK PROBLEMLER

Birçok durumda, diğer psikoterapi yöntemleri ve bazen de ilaçla tedavi yöntemi eşlik edebilmektedir.Bazı durumlarda, aile ve çift terapisi yasal olarak önerilmektedir. Örneğin aile mahkemelerinde boşanma vb. bazı davalarda önce aile/çift terapisi önerilmektedir.

Aile ve Çift Terapisi Nasıl Yapılır?

Aile ve çift terapisi uygulamalarının farklı yöntemleri vardır. Bazı uygulamalarda tüm aile üyeleri aynı seansta bir araya gelirken, ağırlıklı olarak terapist aile üyelerinden bir ya da ikisini veya çiftleri tek tek görebilir.

Özellikle çocuk merkezli aile terapisi uygulamalarında, bazı durumlarda, çocukları öğretmenleri, okul rehberlik servisi ya da sosyal hizmet uzmanları ile görüşmeler söz konusu olabilmektedir.

Aile ve çift terapisi, duruma göre değişebilmekle birlikte, genellikle 8–24 seans olarak yapılmaktadır.

Seans süresi 50 dakikadır.

Hastanelerde ya da özel muayenehanelerde/merkezlerde yapılmaktadır.

Her seansta aile üyelerinin tümü katılmamaktadır.  Yine bazı durumlarda, seansa iki terapist birlikte katılabilirler.

Türkiye Psikiyatri Derneği Aile ve Çift Terapileri Bilimsel Çalışma Birimi tarafından halka yönelik bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır.

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Kognitif Terapi Nedir?

Bilişsel davranışçı terapi bir psikoterapi türüdür. İnsan davranışı ve duygulanımını inceleyen psikolojik modellerden yararlanılarak geliştirilmiştir. Bilimsel bir zemin üzerine kurulu olup birçok psikiyatrik bozukluk ve geniş bir sorun alanında etkili olduğu kanıtlanmış bir tedavi yaklaşımıdır.

Davranış tedavileri, genel bir tanımla öğrenme ilkelerinin davranış bozukluklarının analiz ve tedavilerine sistematik bir biçimde uygulanışı olarak tanımlanabilir. Davranış tedavileri doğrudan uyumsuz davranışlar üzerine odaklanır. Davranışçı tedavide bireye tedavinin mantığı aktarılıp, kaygı verici durumlarla karşılaştığında kaçmak yerine, kaygıyla başa çıkmak konusunda ne tür yöntemler uygulayabileceği aktarılır.

Bilişsel teoriye göreyse çocukluk çağındaki deneyimler öğrenme yoluyla bazı temel düşünce, sayıltı ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden olur. Bu temel düşünce ve inançlar “ŞEMA“ olarak adlandırılır. Bu şemalar katı düşünce kalıpları olup, yaşamın daha ileri dönemlerinde bireylerin kendileri ve yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını biçimlendirmekte kullanılır. Psikiyatrik bozukluklar, bireyin bilinçli olarak farkında olmadığı bu olumsuz kalıpların içeriğindeki temel düşünceleri destekleyen bir yaşam olayının ardından gelişir.

Tedavide danışan kişi ile terapist çeşitli sorunları belirlemek ve anlamak için, iyileşmeyi hedef alan bir işbirliği içinde düşünce, duygu ve davranışlar arasındaki ilişkiler konusunda çalışırlar. Bu yaklaşım genellikle “ŞIMDI VE BURADA” üzerine, yani o anda güncel olarak kişide sıkıntı yaratan sorunlar üzerine odaklanır.

Çeşitli hastalıkların yaşamı kısıtlayan etkileri hastayla birlikte saptanır. Bireyin hastalığı nedeniyle yapamadığı çeşitli aktiviteler tedavideki hedefler olarak belirlenir ve tedavi sonunda hastalığın yaşam alanlarında oluşturduğu kısıtlanmalar ortadan kaldırılarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi amaçlanır.

Bu tedavi yaklaşımında tedavi süresi oldukça kısadır. 
Kişinin öz kaynaklarını kullanarak sıkıntı yaratan durumlarla başa çıkabilmesine yardımcı olacak becerileri kazandırmak asıl hedeftir.

Terapist ve danışanın birlikte çalışarak saptadığı hedeflere ulaşmak ve “DEĞIŞIM” yaratabilmek için seanslar sırasında öğrenilenler seanslar arasında uygulamaya geçirilir. Seans içinde terapistten öğrenilen bilginin beceriye dönüştürülebilmesi için uygulamada “EV ÖDEVLERI” ya da “EGZERSIZLER” den faydalanılır.

Özetle bilişsel davranışçı terapi

v     SIKINTI YARATAN BELIRTILERI HEDEF ALAN

v     SIKINTIYI AZALTMAYI

v     DÜŞÜNCE BIÇIMLERINI YENIDEN GÖZDEN GEÇIRMEYI

v     SORUN ÇÖZMEDE YARDIMCI OLACAK YENI STRATEJILER ÖĞRETMEYI AMAÇLAYANetkililiği araştırmalarla gösterilmiş “KANITA DAYALI” bir psikoterapi türüdür.

Bilişsel davranışçı terapilerde terapist ve danışan birlikte danışanın sorunu hakkında ortak bir fikir edinerek sorunu birlikte anlamaya, mevcut sorunun danışanın DÜŞÜNCE, DUYGU VE DAVRANIŞLARINI ve gün içindeki işlevlerini nasıl etkilediğini belirlemeye çalışırlar.
Danışanın kişisel sorunlarının anlaşılmasını izleyerek terapist ve danışan bir sonraki aşamada tedavi hedefleri belirleyip bir TEDAVI PLANI oluştururlar.

Terapinin amacı danışanın sorunlarını çözmekte halen kullandığı baş etme yöntemlerinden daha yararlı olabilecek YENI ÇÖZÜMLER ÜRETEBILMESINI sağlamaktır.Bunu izleyerek, danışanın terapi seansları içinde öğrendiklerini terapi seansları arasındaki süreç içinde de uygulaması istenir.Pratik bir takım zorunlu durumlar bir yana bırakıldığında (belli bir süreyle terapiye gelebilme imkanı gibi) terapinin ne kadar süreceği terapistle danışan tarafından birlikte belirlenir.

Genellikle 2-3 seanstan sonra ilk seanslarda ortaya konulan amaçlara ne kadar sürede ulaşılabileceği konusunda terapistin bir fikri oluşabilir. Bazı danışanlar için 6-10 görüşme gibi çok kısa bir süre yeterli olabilir. Daha uzun süreli çözüm gerektiren kişilik bozuklukları gibi durumlarda danışanlar aylarca hatta bir yılı geçen bir süre boyunca terapiye devam etmek durumunda kalabilirler.Danışanla başlangıçta, çok ağır bir kriz durumu söz konusu değilse HAFTADA BIR KEZ görüşülür.

Kişi kendini daha iyi hissetmeye başlar başlamaz seansların aralığı açılmaya başlar önce 15 GÜNDE BIR daha sonra ÜÇ HAFTADA BIRE doğru görüşmeler kademeli olarak seyrekleştirilir. Bu henüz terapide iken öğrenilen becerilerin gündelik hayat içinde uygulanarak denenmesi şansını verir.Terapi sona erdikten 3, 6 VE 12 AY SONRA birer GÜÇLENDIRME SEANSI yapılır.

Bilişsel davranışçı terapi ile birlikte ilaç tedavisinin birlikte yürümesi mümkündür. İlaç kullanılması gerektiğini düşündüğü durumda terapistiniz bu durumu size söyleyerek durumun avantajlarını ve dezavantajlarını sizinle tartışacaktır. Birçok durum hiç ilaç kullanmadan tedavi edilebileceği gibi sadece ilaç kullanımıyla geçen sorunlar söz konusu olabilir. Her iki tedavi türünün de etkili olduğu durumlarda tercih danışmaya gelen kişiye bağlıdır. Bazı durumlar genellikle iki tedavinin birlikte kullanımına daha iyi cevap verir.

Bilişsel davranışçı terapinin çocuk ve ergenlerde kullanımı da oldukça iyi sonuçlar vermiştir. Genellikle DEPRESYON, ANKSIYETE BOZUKLUKLARI, DIKKAT EKSIKLIĞI VE HIPERAKTIVITE BOZUKLUĞU, ENÜREZIS NOKTÜRNA, TRAVMA VE TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞUYLA ilişkili semptomların tedavisinde kullanılır.

Bu terapi türünün etkililiğini gösteren bilimsel veriler mevcuttur. Bu veriler bilişsel davranışçı terapinin aşağıda sayılan sık görülen psikiyatrik bozuklukların tedavisinde etkili olduğunu göstermiş ve BILIŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPI bu bozuklukların tedavisini konu alan PEK ÇOK KILAVUZDA ETKILI BIR TEDAVI YÖNTEMI olarak yer almiştir:

• ANKSIYETE BOZUKLUKLARI
• OBSESIF KOMPULSIF BOZUKLUK
• PANIK BOZUKLUK
• HIPOKONDRIYAZIS
• TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU
• YAYGIN ANKSIYETE BOZUKLUĞU
• DEPRESYON
• CINSEL IŞLEV BOZUKLUKLARI
• ÇIFT TEDAVILERI VE AILE TERAPILERI
• ALKOL VE MADDE KÖTÜYE KULLANIMI
• YEME BOZUKLUKLARI
• SOMATOFORM BOZUKLUKLAR
• SOSYAL FOBI
• ÖZGÜL FOBILER
• TIK GIBI ÇEŞITLI DAVRANIŞ PROBLEMLERI
• YEME BOZUKLUKLARI


Ayrıca KDTnin aşağıda yer alan diğer durumlarda da tedaviye katkı sağladığı gösterilmiştir:
• ŞIZOFRENI
• İKI UÇLU BOZUKLUK (BIPOLAR BOZUKLUK)
• ÖFKE KONTROLÜ
• KIŞILIK BOZUKLUKLARI
• AĞRI KONTROLÜ
• ÇEŞITLI SAĞLIK SORUNLARINA UYUM SAĞLAMA
• UYKU BOZUKLUKLARI

Türkiye Psikiyatri Derneği Bilişsel – Davranışçı Psikoterapiler Bilimsel Çalışma Birimi tarafından halka yönelik bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. 

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapi

Konuya girmeden önce sık karşılaşılan yanlış bilgi ve anlamaları önleyebilmek için birkaç açıklama yapmak gerekir. Psikanaliz, hiç olmazsa ülkemizde birçok yerde ve kişilerce, bilerek, bilmeyerek, yanlış tanınmakta ya da tanıtılmaktadır. Çoğu kez, konuşma ile yapılan her türlü psikoterapiye yanlış olarak “psikanaliz” adı verilmektedir. Klasik psikanaliz özel yöntem ve çok yoğun çalışma gerektiren bir psikoterapi türüdür. Psikanalistin özel eğitim görmesi, kendisinin eğitim için psikanalizden geçmesi gerekir. Ruh hastaları ya da ruhsal sorunları olan kişiler arasında ancak özel bir kesime uygulanabilir.

Sağaltım süresi yılları kapsayabilen bir uzunluktadır. Hasta, haftada en az iki, ortalama üç dört kez sağaltım saatlerine gelmelidir. Bu sağaltım saatlerinde hasta sedirde uzanarak konuşur. Serbest çağrışım temel kuraldır. Psikanalitik yönelimli psikoterapi (psychoanalytically oriented psychotherapy) psikanaliz ilkelerini temel alan, fakat klasik uygulama kurallarına bağlı kalmayan sağaltım türüdür. Hekimin uzun süre denetim altında eğitim görmesi zorunludur. Hastalar yine özel seçilmelidir. Haftalık sağaltım saatleri daha esnek tutulabilir. Hasta sedire uzanmaz; yüz yüze konuşulur. Serbest çağrışım kural değildir. Sağaltım 2-3 yıl, hatta daha uzun sürebilir.

Her iki sağaltım türü de içgörü kazanarak benliğin güçlenmesini, kişiliğin değişimini amaçlamaktadır. Arada genellikle yoğunluk ve derinlik farkı vardır. Çağımızda, klasik psikanaliz daha seyrek uygulanırken psikanalitik yönelimli sağaltımlar ise daha sık kullanılmaktadır.

Uygulamada klasik psikanaliz ya da analitik yönelimli sağaltım yapabilmek için bu bilgilerin bilinmesi zorunludur. Ancak, bu bilgilerin kuramsal olarak bilinmesi ile analitik sağaltımın uygulanabilmesi tümden ayrı şeylerdir. Kuramlar dizgesi ile psikanaliz yöntemi arasındaki bağlar, yöntem üzerinde yeterince eğitim görmüş kişilerce kurulabilir. Örneğin, çocuğun gelişme dönemlerinde karşılaşmış olduğu sorunları ve çatışmaları bilmek başka; bunları bir sağaltım amacı ile inceleyebilmek, yorumlayabilmek ve çözüm yolları gösterebilmek başka iştir.

Freud, başlangıçta sağaltıma olan ilgisi ile yola çıkmış ve giderek psikanaliz kuramım geliştirmişti. Aslında kendisi klinisyen olmaktan çok bir araştırmacı idi. Nitekim Freud, sağaltımdan çok araştırma ve kuramsal çalışmaya daha meraklı olduğunu açıkça söylemişti.

1880lerden başlayarak Freud, bir yandan akademik çalışmaya, araştırmaya, yeni buluşlara çok meraklı iken; bir yandan da parasal sıkıntılar nedeni ile sağaltımla uğraşmak zorunluluğunu duyuyordu. Meslek yaşamının başında iyi bir nörolog ve nörofizyolog oldu; kokain üzerindeki çalışmaları ile Viyanadaki hekimler arasında tanındı. Bir sinir hekimi olarak Freud, ünlü Fransız hekimi Charcotnun yanında çalışmaya çok önem veriyordu. 1885-1886 yılları arasında bir süre Parise giderek Charcotnun yanında çalışma olanağını buldu. Büyük bir gözlemci olan Charcotdan yalnız ruh ve sinir hastalıklarının, öncelikle histerinin kliniği üzerindeki bilgilerini arttırmakla kalmadı; aynı zamanda uyu tu m (hipnoz) yöntemini öğrendi. Bu sırada Charcotnun histeri üzerindeki yeni görüşleri büyük ilgi çekiyordu.Charcot histerinin uyutumla, eğindirim (telkin) ile ortaya çıkarılabilen; erkeklerde ve çocuklarda da görülebilen işlevsel bir hastalık olduğunu kanıtlamıştı.

Freud Viyana ya döndükten kısa bir süre sonra (1886), arkadaşı Breuerin de etkisi ile hastalarını uyutum ile sağaltmaya başladı. Uyutumu önce bir baskı ve eğindirim yöntemi olarak kullanıyordu. Kısa sürede hem Breuerin, hem de Nancy okulunun kurucusu Bernheimin etkisi ile boşaltma (catharsis) yöntemini uygulamaya başladı. Bu yöntemde hipnoza giren hastaya hastalığa neden olabilecek olay ve anıları anlatması, duygularını boşaltması isteniyordu. Bu süre içinde, yani 1888-1895 yılları arasında, Freudun Breuer ile birlikte histeri üzerindeki çalışmaları psikanalizin başlangıç dönemi sayılır. Birlikte yazdıkları Histeri Üzerine Çalışmalarda (1893-1895) Breuer ve Freud (12) şöyle yazıyorlardı:

“Histerik belirtiyi ortaya çıkaran olay anımsatılıp konuşturulunca ve hasta, olayın bütün ayrıntılarını duygusal yönü ile birlikte açıklayınca, her bir histerik belirti hemen ve tümden kayboluyordu.”

Bu sağaltıcı etkinin gerçek duygusal bir boşaltma (catharsis) ile olduğuna inanıyorlardı. Bir başka deyimle histerik belirti bastırılmış duygular ile ilgili idi ve bunların boşalımı uyutum yöntemi ile olabiliyordu. Ancak, kimi hastalarda olumlu sonuçlar almış olsa bile, Freud kısa sürede, uyutum yöntemini yetersiz bulmaya başladı.

Bilimsel merakı ile yeni buluşlara doğru ilerlemeyi kendisi için kaçınılmaz bir görev sayan Freud un dikkatini çeken nokta, hastaların sağaltımda gösterdikleri karşı güç, “direnç” idi. Breuerin hastası Anna O. çok kolaylıkla uyutulabilirken, Freudun hastası Elizabeth Von R. uyutulamıyor ve anılarını, düşüncelerini açıklayamıyordu. Freud bu direnç olayının farkına vardıkça şu noktayı düşünmeye başladı: Sağaltıma karşı olan dirençler ile hastalığı doğuran ruhsal etkenlerin bilinçlenmesini önleyen güçler aynı şeydi.

Amaç bir savunma idi. Yani histerik hastalarda belirtiye neden olan olayların bilinçlenmesine karşı gelen güç, belirtinin ortaya çıkmasına neden oluyordu. Psikanalizin bu başlangıç yıllarında Freud, hep belirtiler üzerinde duruyordu ve sağaltım belirtilerin ortadan kaldırılmasına yönelikti. Gerçek nedenler açıklanmış olmuyordu. Zamanla Freud, nevrozların oluşumunda bu yöntemin yetersizliğini anladı. Çok karmaşık bir yapısı olan nevrozların açıklanmasında başka yöntemler ve kuramlar gerekiyordu.

Uyutum (hipnoz) yöntemini giderek yetersiz bulan Freud 1900 yıllarının başında “serbest çağrışım”yöntemini geliştirerek ruhsal sorunların bilinçdışı kaynaklarına inmek; bilinçdışını incelemek için bu yöntemi kullanmaya başladı. Freud ilk olarak Dora vakasında (31) aktarım (transference) sürecinin psikanalizde önemini vurguladı, 1912de yayınladığı “Aktarımın Dinamiği” (37) adlı yazısı ile aktarım ve direnç arasındaki ilişkileri, olumlu, olumsuz aktarımı açıklamaya çalıştı. Böylece, aktarım ve direnç, psikanaliz sürecinin en Önemli öğeleri olarak incelenmeye başlandı. Aktarımın ve direncin çözümlenmesi psikanalitik sağaltımının özünü oluşturur. Bunun yapılabilmesi için kullanılan araç ve yöntemler şunlardır: Serbest çağrışım, düşlerin çözümlenmesi ve yorumu, günlük dil ve devinim sürçmelerinin (parapraxias) incelenmesi, yorumlama, çözüm işlemi (working through) ve içgörü kazanılmasıdır.

Prof. Dr. M. Orhan Özrütkün “Psikanaliz ve Psikoterapi” adlı kitabından uyarlanmıştır.

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Ötekinden Ötekine

KENDİMİZİ VE BİRBİRİMİZİ YAŞAYIŞIMIZDAKİ SORUNLAR ÜSTÜNE

Devâ Çıkmazı İstiklâl caddesine “açılan” bir çıkmaz sokak, İstanbul, Beyoğlu’nda . Bana çağımın içinde bulunduğu durum hakkında ipuçları veriyor: “Bağımsızlık, özgürlük, özerklik” yoluna “çıkan”, devâ olarak çıkan sokak, çıkmazdır, çıkmaz sokaktır! Çârenin çaresizliğini, devanın devâsızlığını, umudun umutsuzluğunu yaşıyoruz.
Devâ Çıkmazı
Teknolojinin, mâlumatın, karşılaşılan sorunlara karşı üretilen kuramların, çözüm önerilerinin giderek çoğaldığı bir dünyadayız. Sorunlar tükenmiyor. Çözülüp, ortadan kaldırılamıyor, tümüyle. Kılık değiştiriyor yalnızca.
Bu genellemelerimin taşıdığı belirsizliğin farkındayım. Öyle de kalsın istiyorum. “İstiklâl”ini yitirmiş bir düşünce caddesine, elbette devâ çıkmazları açılır. Burada, vereceğim formüllerle, caddeye çıkan yolu göstermeyi denemeyeceğim. Caddeye ve çıkmaz sokaklara bakışı değiştirmeliyiz diye düşünüyorum. Değiştirsek, çıkmazlar “çıkar” mı olacaktır? Ne çıkarımız olacaktır, bu dönüşüm, değişim özleminden?
Kurumları değiştirsek? Toplumsal, ekonomik, siyasal yapılanmayı? Devâ bulabilir miyiz? Biz “gamzede”ler devâ bulabilir miyiz? Neyin devâsını?
Birlikte yaşamayı bir türlü beceremeyişimizin, örneğin. Düşünmeyi, bakmayı, duymayı bilemeyişimizin. Neden bir bir birlikte olamıyoruz? Neden hep birlikte olduğumuzda bir bir kalamıyoruz? Devâ üretimi, çağımda sorun üretimine dönüşüyor. Devâ aramayı bilmiyoruz. Belki devâya bakışımızda bir sorun var. Devâ anlayışımızda. Devâ beklentimizde.
Birlikte yaşayışımızda sorunlar var. Savaşmalardan, kavgalardan, çektiğimiz acılardan, yoksulluklardan anlıyoruz bunu. Nedense bu durumu “doğal” bulamıyorum. Binlerce yıldan beri insan “böyle” mi yaşıyordu? Umarsız. Çaresiz. Devâsız. Elbette değil. Devâyı bulmuşlardı. Bir süre onunla yaşadılar. Ve yine yitirdiler.
Birlikte yaşayamadılar. Bir başlarına da. Ne birlikte ne de bir bir: İşte bundan dolayı, dünyadan, dünyadaki düzenden şikayetimiz vardır. Yakınında değiliz birbirimizin. Yakınırız. Kuru yakınmalar değildir, bunlar. Gelip geçici, uyduruk ruhsal rahatsızlıklar değildir. Dünyayla aramızda bir türlü kurulamayan köprülerdendir. Gerçeğe nasıl yaklaşacağımızı bilememekten doğar, yakınma. İsyanımızı başlatır. Yakınıp yakınıp, yatağımıza yatarak uyumayız. Uyumak bize haramdır. Biz arayıcılarız. Bizden önceki köprüleri, çıkar sokakları, çıkmaz sokakları adımlarken duyduğumuz tedirginlikten gelir arama heyacanımız. Aranıcılarız. Aranırız. Devânın ardında değiliz. Devâların çıkmazlarını görmeye çabalarız. Belâdan, tehlikeden, yalnızlıktan, küçümsenmekten, dıştalanmaktan korkmayız. Düşünmenin istiklâli adına. Hiçbir devâ aldatamaz bizi, ayarlamaz. Devâsızlık devâsı bile kandıramaz. Etkileniriz. Merak eder, öğreniriz. Kopya çekmeyiz. Beceremediğimiz düşünme yürüyüşleri, kopya çektiğimizi düşündürebilir. Kolaycı değiliz ki kopya çekelim. Sınıfta kalabiliriz. Okuldan atılabiliriz. Ucuz devâlar çıkmazımızdır.
Peki bu arayış, devâyı çıkmaza sokmaz mı? Yakındığımız dünyanın bir parçası değil miyiz? Eleştirdiğimiz oyunun tam da içinde oynamıyor muyuz, “arayıcılık oyunu” oynarken?
Evet, tam ortasındayız oynadığımız oyunun. Dışta kalmak yoktur çünkü. Dışta kalabilseydik, hiç şikâyet eder miydik? Yine de, oyunu içten bozmayı deneriz, oyunun içinde kalarak. Ne devânın ne de belânın ardındayız. Devânın belâ, belânın devâ olabileceğini; arayışın bir çıkmaz değil çıkmazın bir arayışa dönüşebileceğini görürüz. Artık sorunların da çözümlerinin de, farklı gözlüklerle görülmesi gerektiğini vurguluyoruz. İnsanın, düşüncesine karşı takındığı tavrı değiştirerek düşüncesine bakması gerektiğini öneriyoruz.
“Öteki” Denen Muamma
Ötekilerle yaşıyoruz. “Öte” dediğimiz mekân ve zaman içinde duranlarla. Biz, “burada”, “şimdi” olarak, öteye ötedekilere bakıyoruz. “Ben”in, “biz”in dışında olana.
Düşünsel olarak, dünyayla, insanlarla ilişkimizde “öte”, “öteki” ile kurmaya çalıştığımız bağlarda sorunlar var. Dünyaya bakışımızın anlamını, varoluşumuzun yerini araştırırken, birarada yaşayabilmenin sorunlarının üstesinden gelmeye çabalarken, “öteki”, yanıbaşımızda hep duran bir kavram. Yalnızca bir “kavram” değil; tek tek insanlar, nesneler, eşyâ olarak çıkıyor karşımıza.
“Öteki”nin “öbürü” olarak anlaşılması, belki de insanların yüzyıllardır yaşamayı beceremedikleri “biraradalıkları”nı tehlikeye sokan etkenlerden biridir. Alışılmış anlamıyla, “öteki”, “öbürü”dür ve dıştadır! “Ben” değildir, “biz” değildir; öbürüdür, bir başkasıdır. “Öbürü”, asıl nokta, “benim”, “bizim” noktamızdır: Bizim noktamızdan görülen dünya merkezdedir, diyen bir görüşle algılanıyor. “Öbürü”, “diğeri”, “orası” bir “ayrılmayı”, farklılığı söylüyor.
Öbürünün olmadığı bir dünya olabilir mi? Gözümüz olduğu sürece, “bakılan”, öbürü olmayacak mıdır? (Aynadaki öbürüm, fotoğraftaki öbürüm!) Kendimizi, diğer varlıklardan ayırmak kaçınılmaz değil midir? (Çocuğun “psikolojik” evrimi sonucu!) Yoksa, kimi öğretilerde olduğu gibi, “bakan” ve “bakılan” “bir” midir, özdeş midir?
Burada, benim bir başka ben için “öbürü” olmak durumunda olduğumu varsayıyorum. Sorun, birbirimize öbürülüğümüz kaçınılmazsa, acaba nasıl bir ‘ “öbürü olmak” gerekir? Nasıl bir öbürü, bizi aradığımız dünyaya götürebilir? Öteki, öbürü anlamına geliyor. Bu öbürünün ortadan kaldırılması olanaklı değil. Yüzlerce yıl, öteki “öbürü” olarak algılanmış, hattâ “öbürüm”, “öbürümüz” olarak. Oysa Türkçemiz öbürüne bakışta, onu “öte”ye, ötekine, bu yazımda vurgulamaya çalışacağım “ötedekine” dönüştürme gücüne, potansiyeline sahip.
Öteki, “öte”dir; hem yakınımda hem uzağımda, ilerimdedir. Beni öteye götürecektir. Çünkü bu gidişimde, bir iflah olmaz araştırıcı olarak, ötesini, görünenin ötesini, arkasını arıyorum. Öteki, rastgele bir “öbürü” değildir. İlerimde, arkasındadır görünenlerin. Öbürünün ötesindedir. Öbüründen fazladır. “Öte”ye yönelmiştir, zaman olarak. Geleceğe. Geçmişe. Bizim Türkçemizde “öte” hem geçmişte (“öteden beri”) hem gelecekte (“şimdiden yıllarca öteye”) bulunur. Hem ileride, hem geridedir; zamanı ve mekânı kuşatır: Aşar. Aşar ama kopmaz, devamıdır, bir yerin, bir akışın, bir yolun, “Ötesi var mı?” deriz: Bir cesareti gösteren sözdür.
Ötekini öbürüyle karıştırmak yanlıştır bunun için, herhangi biri değildir öteki. Ötekidir, ötedekidir. Sorun, bizden “farklı” olanı “öbürüne”, indirgememektir. Kendimize indirgememektir. Öbürümüz yapmamaktır onu. Öte uçsuz bucaksız bir alandır: Zamanda ve mekânda. Toplumda. Levinas’ın yıllar önce ışık tuttuğu bu alanda, kendi kültürümüz ve dilimizin olanaklarıyla yürümek gerekir. Düşünmenin İstiklâl Caddesine açılan Devâ Çıkmazlarını görmek için. Ötekim; Ötede olan. Hep ötemde. Tümüyle ele geçiremediğim. Yok edemediğim. “Şu an”da tüketemediğim. Geçmişte ve gelecekte olan. İleride olan. Arkada olan. “Herşeyin” öte yüzü var mıdır? Arka yüzü. Öteki hem ileride, önümdedir, hem de önümde olanın ardındadır.
Şimdi dönüp tarihe baktığımızda, bu ötedeki varlığı nasıl “öbürümüz”, nasıl “kölemiz”, nasıl “aracımız” haline getirdiğimizi anlayabiliriz. “Öteki”yle nasıl yaşayacağız? Önce onun “ötede” olduğunu görerek.
İçimdeki Öteki, Dışımdaki Ben
“Ben ve öteki” “iç ve dış” ayırımların anlamı nedir? Gerekli midir? Ne zaman ortaya çıkarlar? Politik olarak anlamları nedir?
Bu soruların tartışmasını burada yapmayacağım. Yalnızca bu ayırımları kabul ettiğimi, bu ayırımlarla düşündüğümü söylemeliyim.
İçim, yalnızca benim denediğim, yaşantısına sahip olduğum alandır. İçimi bir başkası yaşayamaz.
Dışımı ötekilerle birlikte yaşarım. Her ötekinin, ötedekinin bir içi olduğunu düşünürüm. Benim içim gibi.
İçimdeki ben, içimi yaşantıyabilen (tecrübe edebilen), dışımı da algılayıp, ötedekilerle üleşebilendir. İçimin yaşantısının ortağı yoktur. Dışımın yaşantısının vardır.
Dışımdaki öteki, dokunduğum; dokunabildiğim, (yaşıyorsa!) ortağım olabilen, diğer ötekilerin de görebildiğidir.
İçimdeki öteki, yalnız benim yaşadığım, etkilediğim, iletişime girip (İçimdeki ötekilerle konuşabilirim. Kendi kendine konuşma mıdır bu?) etkileşime girdiğimdir. (İçimdeki öteki beni nasıl etkiler? Onu yok etmediğim, onu ötelemeyi başardığım sürece, beni etkileyebilir!) İçimdeki ötekilerle üleşebilirim de içimi. Dostlarım, sevdiklerim, düşmanlarım bile, bende yaşarlar! İç ülkemi üleşirler!
İçimdeki ötekileri genellikle unuturum. İçim yokmuş, içimde kimseler oturmuyormuş gibi davranırım. (Acaba neden?) İçimdeki ötekilerle etkileşmeyi bilmem. Varlıklarım farkedemediğim için. Farketsem de içimin tiranı olurum, kolayca (!) ezerim onları! Söyleşemem onlarla! İçimi paylaşamam!
Dışımdaki ben, ortaklaşa görülen, ötekilerce yaşanan bendir. Dışımdaki ben, ötekinin gözündeki bendir. Sözüm ne kadar geçebilir ki ötekinin gözüne? İçimdeki benle dışımdaki ben birbirinden kopabilir! Belki de böylesi bir uçurum hepimizde vardır!
Bir ten taşırım ben. Tenimin fiziksel olmayan bölgeleri vardır: Ten beri ve Ten öte bölgeleri. Ten beri, tenimden etkilenen, iç bölgemdir. Duygularım vardır orada, örneğin fiziksel ağrılarım vardır, ten beri noktasının daha içleri iç dünyama gider. Çağımızda birçok insan ten beri noktasında tutsaktır! İç dünyalarına gidemezler. Arada duvarlar, uçurumlar, yarlar vardır. İç âlemi olan insan, teninden içeri, tenberisinden içeri girebilendir. Ten beri dünyanın eşiğinden içe giremezler. Duyguları, düşünceleri, ötekileri bu ten beri dünyasında kalmıştır. Orada duygular, hazlar, acılar, belli belirsiz imgeler, hayaller vardır.
Ten öte, tenimize bağlı, tenimizle dışımız arasındaki bölgedir. Dünyayı oraya sıkıştırmak demek, dünyayı hazlar, çıkarlar, acılar, bencillikler ideolojilerle görmek demektir. Ten öteden kurtulamadığımız sürece dışa çıkamayız; doğrusu öteye açılamayız. Ötekini öbürü olarak görmeye mahkum oluruz.
Durumun vehameti şuradadır: Çoğumuz ten beri ve ten öteyle sınırlandırılmış daracık dünyalarımızda yaşarız. Ne iç âlemimize girebiliriz, ne de ötemize, ötedekilerimize açılabiliriz! İki eşik arasındaki beşikte salınır dururuz: Ten beri eşiği ile ten öte eşiği arasında. Ten öte bölgesi, bir kangurunun cebine benzer: Çağımız da hepimiz birer kanguruyuz. Ten ötekinin eşiğin aşıp öteye, ötedekine ulaşamıyoruz.
İçimizdeki ötekileri tanıyamadığımız gibi, dışımızdaki bene ulaşamıyoruz. Ten hapisanesinden çıkaramadığımız için benciliz ve kötüyüz. Bu yargılarım, ağır yargılar, biliyorum. Kötülüğün gördüğüm bir kaynağını deşmeye çalışıyorum. İtirazı olan söylesin.
Yarlar ve Köprüler
İnsan çıkmazlar varlığı. Çıkmazlarını arayacak gücü olan biri de. Ben ile öteki arasındaki yarı kapayacak köprüleri aramak, birlikte yaşamayı başarabilmenin ilk koşulu. Bu köprülerin zaman içinde yıkılmaya mahkum olduğuna inanıyorum. Yüzlerce ya da binlerce yıldır ötekinin yanıbaşımızda, elimizin altında olduğunu sandık. Dışımızda olduğunu düşündük. Benimiz, kendi içine kapalı bir cogito idi. Oysa öteki hem çok uzağımızda, ötede, hem de içimizde idi. Ama ne dışımız ne de içimiz bize yakındı. Dışa, ötekine yapılacak bir yürüyüşün yarlarla dolu olduğunu göremedik. Öteki yolculuğu, hem dışa hem içe yapılan bir yolculuktu. Tarihte iç yolcuları dışımızdaki beni küçümsediler. İçimizi küçümseyenler, içimizdeki ötekilerin üzerimizdeki yükünü anlayamadılar.
Köprü dıştaki benle, içimizdeki ötekiler arasına uzanıyor. Ten engelini aşmak, tenimizle yaşamayı, onun hakkını verebilmeyi öğrenmekle gerçekleşir.
Tek yönlü yürüyüş devâ çıkmazına sokar bizi. İstiklâli olan düşünce, tenini bilir. Ten beri ten öte noktalarını. Onları yaşar. Bir yanıyla içlerine doğru yürür içinin ötelerine, içindeki ötekilerle buluşur; diğer yanıyla dışındaki benini arar, tanır.
Çünkü o, olanak araştırıcısıdır: Köprüler yıkar, köprüler kurar. Önceden inceden inceye belirlenmiş bir yürüyüşün, ten beri ve ten öte bölgelerinin dışına çıkamayacağını görür. Çıkmazları aşmaya çabalar, çıkmazsa, geri döner, farklı yollar dener. Kurulmuş köprülerin çürüklüğünü görür.
Ben hep ötekine bağlıyım içimle ve dışımla. Tenimle. Tenim etkilenir, etkiler. Ten beri, ten ötem iletişime geçer; içim ve dışım üleşir. Etkileşim, iletişim, üleşim yürüyüşümün, olanakları araştırmanın üç temel öğesidir. Ten etkileşir; cân iletişir; gönlüm üleşir.
Sanırım, devânın neden çıkmaz olduğu bu üç gücün kullanılamamasıyla ilgilidir. Etkileşimin olduğu yerde iletişim yok (örneğin “sevgi” dediğimiz şeyde yalnızca ten olduğunda etkileşim var, iletişim yoksa!) bu ikisinin, ya da ikisinden birinin olduğu yerde üleşim (birlikte yaşama) olmayabiliyor.
Ötekine bağlıyım. Kölenin efendisine, efendisinin, köleye bağlı olduğunu söylüyordu Hegel! Ötekini kabul ise bizim öteye, ötelere, ötedekilere yapacağımız yolculukla ilgilidir. Cesaret ister: “Ötesi var mı?” diyelim öyleyse. Bu, bizim kültürümüzden yapılmış bir meydan okumadır, ötesi hep olacaktır. Bizi yürüyüşten alakoyacak korkaklığımızı yenmek için gücümüz, ötelerde gördüğümüz kendimizi, içimizde keşfettiğimiz ötekileri yaşamak, onlara ulaşmak için içimizde yanan aşktır. Aşkı keşfedelim. İcât edelim. Yürüdükçe soralım: “Ötesi var mı?” Daha ötesi var mı?

Yard. Doç. Dr. Nevin Eraçar

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Zihin Gelişiminde Müzik

Her canlı sistem, hayatını ve neslini sürdürmek için çevresinin farkında olacak ve cevap üretecek şekilde programlanmıştır. Yapacakları faaliyetler için, çeşitli duyu organlarını veya alıcı duyu hücrelerini kullanırlar. Ses pek çok canlı tarafından kullanılan önemli bir iletişim vasıtasıdır. Bunun için gelen sesleri algılayan işleyen ve değerlendiren bir işitme sistemi birçok canlıya verilmiş, vazgeçilmez bir nimettir. Seslerin belli bir ritm ve tempo hâlinde melodi olarak çıkarılması veya sözlerin diziliminden oluşan ahenkli sesler, müzik veya musiki kavramıyla ifade edilir. Kâinatta canlı veya cansız sistemlerin çıkardığı sesler, bir ritm, tempo ve ahengi çağrıştırıyorsa veya kişi tarafından bu sesler, böyle algılanıyorsa, buna kâinatın veya tabiatın musikisi denir. Eğer kişi tabiattaki bu seslerdeki motifi, ritmi ve ahengi algılayamıyorsa, bu onun için gürültü olarak değerlendirilebilir. Duyulan seslerin birer melodi mi, yoksa gürültü mü olduğu, hem sesin ritmik özelliklerine, tınısına ve ahengine, hem de kişinin niyetine ve idrak paradigmalarına bağlıdır. Kâinattaki faaliyetlerin bir göstergesi olan sesler (rüzgârın cisimlere vurarak çıkardığı sesler, su sesleri, kuş sesleri vb) inanan bir insan için Yaratıcı’nın güzel isimlerine âyinedârlık eden varlık ve süreçlerin birer zikri iken, inanmayan bir kişi için de insanı dinlendiren ve onu tabiatla bütünleştiren tabiî bir hâdisedir.

Müzik ise, sesle iletişimin estetik boyutudur. İletişime katılan bir ahenk ve güzelliktir. Mesajların insan ruhuna tesirli şekilde nüfuz edişinde bir üslûptur. Bu bağlamda müzik, eşyanın tabiî hareketi ile açığa çıkan seslerden oluşabileceği gibi (fıtrî müzik) insan tarafından bizzat şuurlu bir şekilde de üretilebilir. Günümüzde, iletişim aracı olmanın ötesinde eğlendirici, sakinleştirici ve dinlendirici boyutları daha çok ön plâna çıkan müzik, hem bir meslek, hem ticarî bir sektör hâline gelmiştir. İnsanın tabiatında var olan mânâlı, ritmik ve melodik seslere karşı hassasiyetin, ne gibi fonksiyonları olduğuna dair son yıllarda çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Özellikle biyomüzikoloji disiplininde yürütülen araştırmalarla, müziğin canlı sistemler üzerindeki tesirleri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bugün müziğin anne karnındaki çocuğun gelişiminden başlayıp, insanın gelişimine, öğrenmesine ve ruh sağlığına varıncaya kadar yaptığı tesirler, çeşitli araştırma projelerine mevzu olmaktadır.

Müziğin evrensel bir lisanı olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Bütün kültürlerin kendine has bir müziği vardır. Niçin? Biyomüzikoloji araştırmaları, bu konuda müziğin insanın hayatını sürdürmesinde ve neslinin devamında olumlu katkılarda bulunduğunu ortaya koymuştur. İsveç’teki Biyomüzikoloji Enstitüsü’nden Prof. Bjorn Merkur, müziğin menşei konusunda şunları söyler:

“Müzik, bu âlemdeki canlıların ve cansızların yaşama ve üreme şanslarını artırıcı değerli bir özelliktir. Ayrıca yer yüzündeki hayatı ve dengeyi mümkün kılan nizam ve ahengin seslendirilmesidir. Pek çok canlı, farklı aileleri ve grupları seslerinden ayırt edebilirler. Üreme mevsiminde her iki cinsin birbirini bulmaları kolaylaştırılır. Hattâ birlikte koro hâlinde sesler çıkararak kendilerinin bilinmesini sağlarlar. Bilhassa kuş ve memelilerdeki müzik kabiliyeti biyolojik açıdan fertler arasında bir üreme avantajı sağlar. Bu tabiatın içinden bir parça olmakla beraber birçok bakımdan hususî farklılıklarla donatılmış insan ruhunda da müziğin bir yeri vardır.”

ANNE RAHMİNDE BAŞLAYAN EĞİTİM

Bebeklerin de çeşitli müzikleri hissetme ve cevap vermede hususî bir kabiliyeti olduğu çok eskilerden beri bilinmektedir. İnsanın hayata gözlerini açtığı ilk yıllardaki müziğe olan bu meyelanı, sinir sisteminin ve beynin, müziği algılama, işleme ve hatırlama yaşının kaç olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Son yıllarda giderek artan deliller ışığında, doğumdan önce ve hamileliğin son üç aylık döneminde, anne rahminin bir konser salonu şeklinde fonksiyon görerek, biyolojik gelişimin ahenkli ilerleyişine belli bir ritm hâlindeki musikinin katkıda bulunduğu bilinmektedir.

Çocukların zihnî kabiliyetlerinin de konuşmayı öğreninceye kadar pek gelişmediği zannediliyordu. Halbuki bebeğin his dünyası oldukça aktif durumdaydı. Bebeğin beyni, âdeta çevredeki seslerin ritmini ve motifini çözmeye çalışan bir dedektif gibiydi. Bebek daha doğumundan önce, âdeta bir müzik âleti gibi çalışıyor ve çevredeki sesleri hem kayıt, hem de analiz ediyordu (Bkz “The Musical Infant”, MRN, 1994, I (1), Spring 1994). Bugün biliniyor ki, çocuklar melodik ritimleri algılama ve hatırlama, bir bestedeki yükselen ve alçalan ses tonlarını fark etme, ve tempo değişikliklerini algılama hususunda muazzam bir kabiliyete sahiptirler.

Cenin hamilelikten kaç hafta sonra ilk sesleri işitmeye başlar? Dış dünyadan gelen müzik sesleri, ceninin kulaklarına ulaşır mı? Sese ve müziğe anne rahminde bebek tarafından verilen cevaplar nelerdir? Anne rahminin müzikal seslerle uyarılmasının doğum sonrası tesirleri nelerdir? Bu sorulara kısa cevaplar verilecek olursa, beynin işitme sistemi, hamileliğin 26. haftasından itibaren fonksiyon görmeye başlar. Dışarıdan gelen sesler, rahimdeki fetusun kulağına gelemez. Çünkü fetusun etrafını saran koruyucu sıvı ve örtüler dışarıdan gelen sesleri bozar. Buna rağmen Beethoven’in beşinci senfonisinin, belirgin şekilde tanımlanabilir bir ses imajı olarak rahme ulaştığı gösterilmiştir. Cenin dış dünyadan kulağına gelen seslere, vücut hareketleri ve kalb atım hızında meydana gelen değişikliklerle cevap vermektedir. Çoğu sesler, embriyonun kalb atımında kısa süreli yavaşlamalara yol açar. Çok gürültülü sesler ise, kalb atımını hızlandırır. Sesler ceninde hareket ortaya çıkarmasının yanında, doğum öncesi öğrenmeye de sebep olur. En temel öğrenme şekli alışkanlık kazanma ve ortama uyum sağlamadır. Can sıkıcı olan veya sürekli tekrarlayan seslere dikkatini vermemeyi öğrenme, buna bir örnektir. Yeni ve bir farklı musiki ritmi gelirse, bebekler ona cevap vererek, değişikliği fark ettiğini gösterirler. Hamileliğin son döneminde cenin, annenin karın bölgesine sürekli yapılan uyarılara alışmıştır. Ancak uyarı şekli değişirse buna cevap verir. Embriyon, nazikçe yapılan titreşimlere cevap vermezken, gürültülü bir ses gönderildiğinde hemen hareket ederek cevap verir. Belli bir süre, gürültülü sesler ile nazik titreşimler birlikte arka arkaya verilirse, birkaç tekrardan sonra cenin, buna cevap vermemektedir. Bütün bunlar yavrunun, doğum öncesinde çevresinden bilgi alabildiğini ve bazı olayları hatırlayabildiğini gösterir.

Doğum öncesi müziğin doğum sonrasındaki hayata tesirlerini anlamak için bebeğin davranış geliştirme hızı ile, doğum öncesi öğrenmeyle irtibat kuran doğum sonrası hafıza ölçekleri kullanılır. Çocuğun doğum öncesi müzik dinlemesinin, gelişimi hızlandırdığı, hattâ bazı çocuklardaki belli gelişim bozukluklarını hafifletebildiği veya iyileştirme yoluna koyduğuna dair çalışmalar vardır. Değişik müzik çeşitlerinin 28-36 haftalık annelere dinletildiği bir çalışmada, kontrol grubuna nazaran anne karnında müzik dinleyen bebeklerin seslere dikkat, göz takibi, motor kontrol ve koordinasyon hareketlerinin gelişiminde dikkati çeken bir hızlanma gözlenmiştir.

MÜZİK EĞİTİMİ VE MÜCERRET DÜŞÜNEBİLME KABİLİYETİ

Çocuk gelişmesinin ilk yıllarındaki bazı hâdiselerin ve musikinin, hangi beyin hücrelerinin hangi beyin hücreleriyle bağlantı kuracağını ve hangi beyin hücrelerinin öleceğini belirlediği tespit edilmiştir. Çünkü zekânın bütün çeşitlerinde, sinir hücreleri olan nöronlar arasındaki bağlantıların büyük bir belirleyiciliği vardır. Çocuğun beyni erken yaşlarda ne kadar çok farklı ve zenginleştirici tecrübelere maruz bırakılırsa, o nispette kendini geliştirebilir. Müzik dinlemenin veya bir müzik âleti çalmayı öğrenmenin, çocuklar üzerine ne gibi tesirler yaptığı üzerinde Kaliforniya Üniversitesi’nden Fizikçi Gordon Shaw ile Wisconsin Üniversitesi’nden psikolog Dr. Frances Rauscher ortaklaşa bir çalışma yapmışlardır. Neticede bilgisayar üzerinde geliştirilen nöral modelle, insan beyninde ve algı mekanizmasında müzik ile ilgili yapının belli yönlerine ait kodlamaların mahiyeti kısmen anlaşılmış ve nöral ağların, mücerret düşünmede ve muhakemede önemli rol oynadığı görülmüştür. Ayrıca orijinal, icatçı, sıradışı ve analitik düşünmenin, nöronal ateşlenme motiflerini, işitme yoluyla keşfetmek mümkün oldu. Çalışmada, yerleşim birimlerinin hem merkezlerinden hem de çevrelerindeki ortaokullardan 78 çocuk rastgele seçilerek üç gruba ayrıldı. Birinci gruba özel hocalar eşliğinde piyano kullanma ve müzik seslendirme dersleri, ikinci gruba bilgisayar dersleri verildi. Üçüncü gruba ise hiçbir eğitim verilmedi. Altı ay sonra bu öğrencilere uygulanan “mücerret düşünme mahareti” isimli “uzay ve zaman koordinatlarındaki nesneler üzerinde muhakeme yapabilme” testlerinde (bilhassa geometrik ve fizikî problemlerde) piyano kullanımı ve müzik dersleri alan öğrenciler, % 34 daha fazla başarılı oldular. Bundan anlaşılan ise, müzik eğitiminin mücerret düşünebilme ve akıl yürütebilmede kullanılan sinir bağlantılarının teşekkülünü hızlandırması ve erken yaşlarda verilen müzik eğitiminin çocukların muhakeme kabiliyetlerini artırmasıydı. Hattâ erişkinlerde bile günde 10-15 dakika müzik dinlemenin mücerret düşünebilme kabiliyetini olumlu yönde etkilediği bulunmuştur. Belli bir sırada zincirleme muhakeme edebilme kabiliyeti, hem bilimde hem de müzikte önemli bir maharettir.

Müzik eğitimi alan çocuklar, sinir bağlantıları kolaylıkla organize edebilen esnek beyinlere sahip olmaktadırlar. Sinir bağlantıları beynin korteks bölgesindeki desenlerin oluşması müzik ve eğitim yoluyla doğrudan etkilenmektedir. Müzik dinleme ve piyano çalmayı öğrenme, aynı zamanda çocukların matematik ve fen derslerini kavrama kabiliyetlerini belirgin seviyede artırmıştır. Anaokulu ve ilkokul müfredatlarında verilen müzik eğitimi de matematikî zekâyı ve kişilik gelişimini olumlu yönde etkilemektedir.

Journal of Applied Developmental Psychology (December 1999) dergisinde, erken dönemde çocuklara verilecek müzik eğitiminin faydaları listelendi. Bilhassa ailelerle birlikte müzik eğitimi alan küçük çocuklarda zekânın gelişimi olumlu yönde artmaktadır. Bu ise zekânın, hayattaki kazanılan tecrübelerle geliştirilebileceğini gösterir. Yani zekâ tek başına genetik tarafından belirlenmez. Özellikle ailenin çocuğuyla birlikte geçirdiği dolu dolu zaman diliminin artışına paralel olarak çocuğun zekâ ve uyum gibi kabiliyetlerinde, kontrol grubuna nazaran belirgin artış sağlanmıştır.
Ailenin çocuğu ile birlikte zaman harcamamakla yaptığı olumsuz katkı, boşanmış, fakir ve düşük eğitim seviyesine sahip ailelerin veya azınlık psikolojisi gibi faktörlerin olumsuz katkılarından daha önde gelmekteydi. Çocuğun zekâ gelişiminde ve başarısında ailenin çocuğa ayırdığı zaman çok önemli bir faktördü. Bunun fark edilmesi, birlikte verilen müzik eğitiminin yaptığı tesir artırıcı katkıyla fark edildi. Altmış altı çocuk üzerinde yapılan bir başka çalışmada, önce bütün çocuklara Stanford-Binet zekâ testi ile musiki kabiliyet testi uygulandı. Sonra deney grubundaki öğrenciler 30 hafta boyunca haftada 75 dakika müzik eğitimi aldılar. Sonunda müzik eğitimi alan çocukların mücerret düşünme ve üretici-mucit düşünme testlerindeki başarılarında belirgin artış gözlendi.
Kelime ile alâkalı zekâ testlerinde ise her iki grupta da önemli bir farklılık bulunmadı. Müzik eğitimi yanında, aileleriyle yakın bir beraberlik geçiren çocuklarda standart zekâ testlerinde başarı nispeti, % 50′den % 87′ye çıkarken, aileleriyle daha az zaman geçiren ve müzik eğitimi alan çocuklarda bu başarı % 78 seviyesinde kalmıştı.

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Resim Terapisi

YATAN ALKOL BAĞIMLILARINDA PROJEKTİF GRUP ÇALIŞMASI

Resim terapisi, değişik klinik yaklaşımlarda kullanılan, geniş bir yelpazeyi içine alan aktiviteler için kullanılan genel bir isimdir. Bu adlandırmaya rağmen, sanatsal başarı beklentisinden oldukça uzaktır. Bu yazı, bu konuyu yatarak tedavi gören alkol bağımlısı hastalar için düzenlenen bütünleyici grup modeli temelinde ele almaktadır. Bütünleyici modelin bir parçası olan resim çizimi kişilerarası etkileşim sürecinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bunun aracılığı ile derlenen bilgilerin ne denli gerçekçi olduğu hakkında bir fikir vermek üzere; biri tedaviyi yarım bırakmış, diğeri tamamlamış iki olgunun resimleri değerlendirilmiştir.

Yaratıcı bir süreç olarak resim, terapötik değişmede projektif bir değerlendirme aracı olarak kullanılmaktadır. Bu değerlendirme bazen tedavi süreci hakkında niteliksel bilgiler verirken bazı hallerde de psikopatolojinin netleştirilmesinde tek başına belirleyici olabilmektedir. Ancak resim bir grup eylemi olarak düzenlendiğinde, iletişim ve etkileşim becerileri hakkında bilgi derlemek mümkün olmaktadır. Bu tür gruplarda boyutlanan psikopatolojik irdelemeler daha çok projektif planda kalmaktadır.

Resim grubu; kişilerarası ilişkilerde bireyin tutum ve davranış örüntüsüne yansıyan duygusal içeriğin araştırılması, bunlara eşlik eden bilişsel unsurların anlamlandırılması ve psikodinamik çıkarımların biçimlenmesi amacını taşımaktadır. Küçük ölçekli gruplar (8-10 kişi) amaca en uygun yapılardır. Resim grubu kimi örneklerde tek başına bir tedavi aracı olarak kullanılırken kimi örneklerde diğer grup tedavilerine eklenmektedir. Tedavi gruplarının ‘düzeltici’ yapı ve işlevi resim gruplarının ‘yaratıcı’ yapı ve işleviyle bütünleştiğinde sağlanan yarar daha kalıcı olmaktadır

Resim terapisi yeni sayılabilecek bir tedavi yaklaşımıdır, çeşitli biçimlerde ve modellerde 1940’lardan itibaren uygulanmaktadır. İlk uygulama örnekleri daha çok psikoanalitik kurama odaklanmakta olup sonrasında destekleyici ve gerçekliğe yönelik yaklaşımların geliştirildiği görülmektedir. Resim terapisi özünde Gestalt kuramına dayanmaktadır. Buna göre resim, duyguların başka bir deyişle iç dünyanın dışarıya yansıyan görünümüdür. Dolayısıyla resmin yapısı ile resmi yaratan bireyin aksak iletişim ve etkileşim örüntüleri arasında neden-sonuç ilişkisi olmasa da belli bir koşutluk söz konusudur. Resim terapisinin ortaya çıkmasında bu yaklaşım temel oluşturmaktadır. Resim ile bireyin imge ve düşlem dünyasının belirli temalar, kavramlar, konular aracılığıyla harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır. Böylece sözcüklerle ifade bulamayan ya da sözelleşemeyen, düşüncenin doğuşundan başlayarak ifadesine dek ulaşan süreçte takılı kalmış anlamlar, yaşantılar grup ortamında bireyin yaptığı resimlere yansımaktadır. Bilinçaltı birikimlerin resimlerle anlatılmasının varolan gerilimlerin azalmasında işe yaradığı ortak bir görüştür . Michelangelo’nun “Yaradılış ve Ölen Tutsak” adlı eserinin içinde yer alan figürlerdeki gergin ve sert davranışlardaki devinimin, içte yaşanan kaos ve gerilimi de yansıtması örnek olarak gösterilebilir .Resim, psikopatolojinin belirlenmesinde, psikiyatrik hastaların rehabilitasyonunda, terapi programlarında tek başına veya diğer tedavi modellerine ek olarak bireysel ve grup tedavisi ile kullanılmaktadır.Ayrıca resim terapisi kısa süreli tedavi olarak emosyonel bozukluklarda, kendini tanımaya çalışan normal bireylerde, psikoeğitimde, okullarda, klinik değerlendirme ve teşhis amacıyla kullanılmaktadır .Bireyin düşlemgücü, imgelemi ve bunların aktarımı parmak izi kadar kişiye özgüdür .

Aktarımın sanatsal bir yaratıcılığa ulaşması her zaman beklenmemektedir. Ancak sanatsal olanla olmayan arasındaki ortak nokta ‘resmin’o kişiye ait olduğudur: O kişi hem anladığını hem de anlatmak istediğini ifade etmektedir. Resim grubunda birey, kendi anlattıklarından, başkalarının dile getirdiği izlenimlerden; yaşamı ve resmi arasında koşutluklar olduğunu gözler, çağrışımlar ortaya çıkar. Sonuçta düşlemleme, imgelem aracılığıyla şekillenen yaşantısı, bunların kişilerarası süreçlerle bağlantısı kendiliğinden gelişen bir öğrenme ile somut düzeyde anlaşılırlık kazanmaktadır. Böylelikle birey kişilerarası ilişkilerde davranışı belirleyen ruhsal süreçlerin, derinleşmiş yaşantıların varlığını ayrımsayarak farkındalık geliştirir . Johnson , resim terapisinin bağımlılık tedavisinde en etkin model olduğunu belirtmektedir. Yetişkin alkol bağımlılarıyla yaptığı 3 aylık resim tedavisinde; bireylerin duygularını, aile ortamını ve maddeyi kötüye kullandığı dönemdeki yaşantılarını çizdiğini vurgulamaktadır. Bu tedavinin bireylerin kendilerini anlamasında, birbirlerine geribildirim vermelerinde yardımcı olduğu belirtilmektedir. Proteck ve arkadaşları , yatan alkol hastalarıyla yapılan resim gruplarının hastaların kendilerinin sınırlılıklarını kabul etmelerinde, kendilerini tanımalarında etkili olduğunu ve kendilik saygısında ilerlemeler kaydedildiğini aktarmaktadırlar.A.Ü.T.F. Psikiyatri Kliniği Bağımlılık Tedavi Biriminde ortalama 2 ay süre ile yatan alkol hastalarına kapalı gruplar halinde “çok birimli bütünleyici grup modeli” uygulanmaktadır .

Bu model içinde etkileşim grubu, resim grubu ile eş/ailelerle yapılan grup çalışmaları yer almaktadır. Etkileşim grubu, kişilerarası iletişim ve etkileşim örüntüleri aracılığıyla duygusal yaşantıların “şimdi ve burada” ilkesine bağlı olarak sözel ve sözel olmayan yolla aktarılmasına dayanmaktadır. Eş/ailelerle grupta ise bağımlının aile içindeki tutum ve davranış örüntüleri hakkında bilgi edinmek ve ilişki kurmanın rahatlatıcı yanını katılanlara gösterebilmek amaçlanmaktadır. Bu modelin içinde yer alan gruplardan biri de resim grubudur. Resim uğraşını temel alan bu grup uygulamasının sanatsal bir uygulama beklentisinden uzak olduğu, ön tanıtım sırasında özellikle vurgulanır. Diledikleri gibi “çiziktirme/resmetme” özgürlüğü taşıdıkları belirtilir. İmgelem ve düşlem, uyarıcı nitelikte ifade edilen tema , kavram, konu, ikilem vb. aracılığıyla resim konusu olarak belirlenir. Resmin üretilmesinde kendine ait olanın yaşanması ve yansıtılması birinci derecede önemlidir. Resimle grup çalışması yaşantısal grup tedavisine ilave olarak yapılmakta ve çalışmayı bu birimde çalışan bir psikolog ve bu konuda eğitilmiş bir psikiyatri hemşiresi yürütmektedir. Hastalarla haftada 2 defa toplanılmaktadır. İlk toplantıda ekip tarafından belirlenen, grubun sürecine uygun konulardan biri verilerek çizmeleri istenmektedir.

Hastalar 45-60 dakika içinde resimlerini tamamlamakta, kısa bir ara verildikten sonra gruba anlatmaktadırlar. Bu resimler daha sonra ekip tarafından değerlendirilmekte ve supervizyon alınmaktadır. Daha sonra hastalarla toplanıldığında çizdikleri resimler kendilerine verilmektedir. Terapistler supervizyondan aldıkları ön verilerle grubu yönlendirmekte, Yalom’un etkileşim grup teknikleri kullanılmaktadır. Resimle grup çalışması, ortalama 7 hafta sürmektedir. Hastalara çizmeleri için verilen konulardan ilk 2 konu değişmemekte, diğer konular grup sürecinin kesitsel niteliğine uygun olarak belirlenmektedir.

BY: admin

Psikoterapi

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Neden Sanat Terapisi?

Günümüzde stres faktörleri arttıkça psikologlara olan ihtiyaç da artmaktadır ve gittikçe bilinçlenen toplum psikologların esasında “deli doktoru” olmadığının bilincindedir. Herkesin hayatında zaman zaman destek alması gereken durumlar oluyor. İşte bu durumlarda psikoloji eğitimi almış uzmanlara danışmak hem süreci rahat aşmanıza hem de güvenilir biri ile sorununuzu paylaşmanıza yardımcı olur. Sanat Terapisi grup halinde, bireysel olarak ya da çiftlere uygulanabilen, iletişimi kolaylaştıran ve eğlenceli hale getiren bir tekniktir. Özellikle küçük yaş gruplarında ve ergenlerde çok iyi işleyen bir sistemdir. Türkçe’de bir söz vardır; Bir resim bin kelimeye bedeldir. Sanat Terapisi’nde bunun ne kadar doğru olduğunu anlıyoruz. İki-üç yaşında bazı takıntılı davranışları olan ya da cinsel istismar görmüş olan bir çocuk düşünün; bu çocukla oturup 45 dakika konuşmanızın imkanı var mı? Belki oyun terapisini deneyebiliriz ya da iç dünyasını net olarak algılamak için renkleri ve çizgileri kullanmak bize daha somut veri ulaştırır. Aynı şekilde ergenlik çağındaki sıkıntılardan dolayı bunalmış bir çocuk düşünün, herkes sürekli ona nasihat ediyor, oğlum/kızım sen böyle değildin ne oldu sana, kötü alışkanlıkların mı var gibi bir sürü soru sorulan bir ortamda bu genç zaten bunalmış… Rahatlama, deşarj olma ihtiyacı var. Patlamak üzere olan bir bombanın yanlış kablosunu keserseniz onu sonsuza kadar kaybedersiniz, parçalanır bir daha bir araya getiremeseniz ancak doğru işlemi uygularsanız hem bombayı patlamaktan kurtarır, hem de çevresindekilerin zarar görmesini engellemiş olursunuz. Resim ergenlere oldukça değişik gelen ancak hoşlarına da giden bir tekniktir. Karşılarında psikoterapi odasında oturan bir psikolog yerine,samimi bir ortamda resim malzemeleri eşliğinde onu bekleyen bir psikologun olması zaten ergenleri şaşırtıyor ve psikologa olan dirençlerini azaltıyor. Çiftlerde ve gruplardaki uygulamasındaki ana amaç ise paylaşımı arttırmak, iletişimi güçlendirmektir. Sanat Terapisi’nde kullanılan malzemeler çeşitlidir. Kalemler, renkli kalemler, boyalar, tebeşir, parmak boyası, duvar boyası hatta bilgisayardaki bazı yaratıcı sanat programları… Bunlar kullanılan malzemelerden sadece bazıları. Yaratıcılığın sınır olmadığı gibi, bu terapi tekniğinde kullanılan yöntemlerin de çeşitliliği fazladır. Önemli olan terapistin hem sanat hem psikoloji alanında eğitimli olmasıdır. Sadece sanat eğitimli bir terapi sakıncalı olur, sanattan anlamayan bir psikolog ise performans düşüklüğü gözlemlenir. Beş seansta sağlanan sonuçlar eğitimi eksik kişiler tarafından yürütüldüğünde daha uzun sürer ve danışanın süreçten sıkılması muhtemeldir. Ben bunu bir köprüye benzetiyorum. Köprünün bir ayağı sanat yakasında, diğer ayağı da psikoloji yakasında. Köprünün üzerinden işleyen süreç ise Sanat Terapisi sürecidir. Köprünün ayaklarından biri yoksa, ya da yetersizlikten yıkılırsa, Sanat Terapisi süreci de tamamıyla yok olur.

Sanat Terapisi özelikle ergenleri ve çocukları cezb eder ve belirlenen görüşme saatlerine uymakta zorluk çekmezler hatta bir çoğu sürecin sonunda psikologlardan ayrılmak istemez. Peki çocuklarını sanat terapisine götürmeye karar veren ebeveynlere düşen görev nedir? Öncelikle eğer çocuğunuz nereye gittiğini algılayacak bir yaş ve kapasitede ise onunla konuşun, nereye gideceğinizi anlatın. Özellikle ergenler sürekli yaşamı sorgular ve bu zaman diliminde ebeveynleri tarafından psikologa götürüldüğünü bilmeden ya da zorla bir merkeze götürülmesi size olan güveninde azalmaya yol açar. Konuşarak açık bir şekilde anlatılmalı. Belki kullanılacak malzemelerden, çok keyifli bir süreç olacağından da bahsedilebilir. Ancak her çocuk bu konuşmaya olumlu cevap vermeyebilir. O zaman lütfen çocuğu zorlamayın. İsterse gidip o ortamı görebileceğinden bahsedin. Muhtemelen birçok psikolog da böyle bir talebinize olumsuz cevap vermeyecektir. Zaten oraya geldiğinde çocuk şaşıra şaşıra Sanat Terapisi sürecine başlamış olacak. Sanat Terapisi danışan kadar uzman için de eğlenceli bir süreçtir. İletişim ve aradaki bağ daha hızlı gelişir, böylece paylaşım daha da artar.

İç dünyamızı dışavurumla açığa çıkaran Sanat Terapisi özellikle Amerika’da çok yoğun olarak kullanılmaktadır. Çocuklar, ergenler ve çocukluğunu neredeyse unutmuş olan ergenler için çok etkili olan bu yöntem, içerideki patlama noktasını rahatlatmaktadır. Tıpkı patlamak üzere olan bir basınç kabininin vanasını açmak gibi….

herhangi psikolojik sorun için terapi alacağınız kişinin psikolog ya da psikiyatrist olmasına dikkat ediniz.