KENDİMİZİ VE BİRBİRİMİZİ YAŞAYIŞIMIZDAKİ SORUNLAR ÜSTÜNE
Devâ Çıkmazı
İstiklâl caddesine “açılan” bir çıkmaz sokak, İstanbul, Beyoğlu’nda . Bana
çağımın içinde bulunduğu durum hakkında ipuçları veriyor: “Bağımsızlık,
özgürlük, özerklik” yoluna “çıkan”, devâ olarak çıkan sokak, çıkmazdır, çıkmaz
sokaktır! Çârenin çaresizliğini, devanın devâsızlığını, umudun umutsuzluğunu
yaşıyoruz.
Devâ Çıkmazı
Teknolojinin, mâlumatın, karşılaşılan sorunlara karşı üretilen kuramların,
çözüm önerilerinin giderek çoğaldığı bir dünyadayız. Sorunlar tükenmiyor.
Çözülüp, ortadan kaldırılamıyor, tümüyle. Kılık değiştiriyor yalnızca.
Bu genellemelerimin taşıdığı belirsizliğin farkındayım. Öyle de kalsın
istiyorum. “İstiklâl”ini yitirmiş bir düşünce caddesine, elbette devâ
çıkmazları açılır. Burada, vereceğim formüllerle, caddeye çıkan yolu göstermeyi
denemeyeceğim. Caddeye ve çıkmaz sokaklara bakışı değiştirmeliyiz diye
düşünüyorum. Değiştirsek, çıkmazlar “çıkar” mı olacaktır? Ne çıkarımız
olacaktır, bu dönüşüm, değişim özleminden?
Kurumları değiştirsek? Toplumsal, ekonomik, siyasal yapılanmayı? Devâ bulabilir
miyiz? Biz “gamzede”ler devâ bulabilir miyiz? Neyin devâsını?
Birlikte yaşamayı bir türlü beceremeyişimizin, örneğin. Düşünmeyi, bakmayı,
duymayı bilemeyişimizin. Neden bir bir birlikte olamıyoruz? Neden hep birlikte
olduğumuzda bir bir kalamıyoruz? Devâ üretimi, çağımda sorun üretimine
dönüşüyor. Devâ aramayı bilmiyoruz. Belki devâya bakışımızda bir sorun var.
Devâ anlayışımızda. Devâ beklentimizde.
Birlikte yaşayışımızda sorunlar var. Savaşmalardan, kavgalardan, çektiğimiz
acılardan, yoksulluklardan anlıyoruz bunu. Nedense bu durumu “doğal”
bulamıyorum. Binlerce yıldan beri insan “böyle” mi yaşıyordu? Umarsız. Çaresiz.
Devâsız. Elbette değil. Devâyı bulmuşlardı. Bir süre onunla yaşadılar. Ve yine
yitirdiler.
Birlikte yaşayamadılar. Bir başlarına da. Ne birlikte ne de bir bir: İşte
bundan dolayı, dünyadan, dünyadaki düzenden şikayetimiz vardır. Yakınında
değiliz birbirimizin. Yakınırız. Kuru yakınmalar değildir, bunlar. Gelip
geçici, uyduruk ruhsal rahatsızlıklar değildir. Dünyayla aramızda bir türlü
kurulamayan köprülerdendir. Gerçeğe nasıl yaklaşacağımızı bilememekten doğar,
yakınma. İsyanımızı başlatır. Yakınıp yakınıp, yatağımıza yatarak uyumayız. Uyumak
bize haramdır. Biz arayıcılarız. Bizden önceki köprüleri, çıkar sokakları,
çıkmaz sokakları adımlarken duyduğumuz tedirginlikten gelir arama heyacanımız.
Aranıcılarız. Aranırız. Devânın ardında değiliz. Devâların çıkmazlarını görmeye
çabalarız. Belâdan, tehlikeden, yalnızlıktan, küçümsenmekten, dıştalanmaktan
korkmayız. Düşünmenin istiklâli adına. Hiçbir devâ aldatamaz bizi, ayarlamaz.
Devâsızlık devâsı bile kandıramaz. Etkileniriz. Merak eder, öğreniriz. Kopya
çekmeyiz. Beceremediğimiz düşünme yürüyüşleri, kopya çektiğimizi
düşündürebilir. Kolaycı değiliz ki kopya çekelim. Sınıfta kalabiliriz. Okuldan
atılabiliriz. Ucuz devâlar çıkmazımızdır.
Peki bu arayış, devâyı çıkmaza sokmaz mı? Yakındığımız dünyanın bir parçası
değil miyiz? Eleştirdiğimiz oyunun tam da içinde oynamıyor muyuz, “arayıcılık
oyunu” oynarken?
Evet, tam ortasındayız oynadığımız oyunun. Dışta kalmak yoktur çünkü. Dışta
kalabilseydik, hiç şikâyet eder miydik? Yine de, oyunu içten bozmayı deneriz,
oyunun içinde kalarak. Ne devânın ne de belânın ardındayız. Devânın belâ,
belânın devâ olabileceğini; arayışın bir çıkmaz değil çıkmazın bir arayışa
dönüşebileceğini görürüz. Artık sorunların da çözümlerinin de, farklı
gözlüklerle görülmesi gerektiğini vurguluyoruz. İnsanın, düşüncesine karşı takındığı
tavrı değiştirerek düşüncesine bakması gerektiğini öneriyoruz.
“Öteki” Denen Muamma
Ötekilerle yaşıyoruz. “Öte” dediğimiz mekân ve zaman içinde duranlarla. Biz,
“burada”, “şimdi” olarak, öteye ötedekilere bakıyoruz. “Ben”in, “biz”in dışında
olana.
Düşünsel olarak, dünyayla, insanlarla ilişkimizde “öte”, “öteki” ile kurmaya
çalıştığımız bağlarda sorunlar var. Dünyaya bakışımızın anlamını, varoluşumuzun
yerini araştırırken, birarada yaşayabilmenin sorunlarının üstesinden gelmeye
çabalarken, “öteki”, yanıbaşımızda hep duran bir kavram. Yalnızca bir “kavram”
değil; tek tek insanlar, nesneler, eşyâ olarak çıkıyor karşımıza.
“Öteki”nin “öbürü” olarak anlaşılması, belki de insanların yüzyıllardır
yaşamayı beceremedikleri “biraradalıkları”nı tehlikeye sokan etkenlerden
biridir. Alışılmış anlamıyla, “öteki”, “öbürü”dür ve dıştadır! “Ben” değildir,
“biz” değildir; öbürüdür, bir başkasıdır. “Öbürü”, asıl nokta, “benim”, “bizim”
noktamızdır: Bizim noktamızdan görülen dünya merkezdedir, diyen bir görüşle
algılanıyor. “Öbürü”, “diğeri”, “orası” bir “ayrılmayı”, farklılığı söylüyor.
Öbürünün olmadığı bir dünya olabilir mi? Gözümüz olduğu sürece, “bakılan”,
öbürü olmayacak mıdır? (Aynadaki öbürüm, fotoğraftaki öbürüm!) Kendimizi, diğer
varlıklardan ayırmak kaçınılmaz değil midir? (Çocuğun “psikolojik” evrimi
sonucu!) Yoksa, kimi öğretilerde olduğu gibi, “bakan” ve “bakılan” “bir” midir,
özdeş midir?
Burada, benim bir başka ben için “öbürü” olmak durumunda olduğumu varsayıyorum.
Sorun, birbirimize öbürülüğümüz kaçınılmazsa, acaba nasıl bir ‘ “öbürü olmak”
gerekir? Nasıl bir öbürü, bizi aradığımız dünyaya götürebilir? Öteki, öbürü
anlamına geliyor. Bu öbürünün ortadan kaldırılması olanaklı değil. Yüzlerce
yıl, öteki “öbürü” olarak algılanmış, hattâ “öbürüm”, “öbürümüz” olarak. Oysa
Türkçemiz öbürüne bakışta, onu “öte”ye, ötekine, bu yazımda vurgulamaya
çalışacağım “ötedekine” dönüştürme gücüne, potansiyeline sahip.
Öteki, “öte”dir; hem yakınımda hem uzağımda, ilerimdedir. Beni öteye
götürecektir. Çünkü bu gidişimde, bir iflah olmaz araştırıcı olarak, ötesini,
görünenin ötesini, arkasını arıyorum. Öteki, rastgele bir “öbürü” değildir.
İlerimde, arkasındadır görünenlerin. Öbürünün ötesindedir. Öbüründen fazladır.
“Öte”ye yönelmiştir, zaman olarak. Geleceğe. Geçmişe. Bizim Türkçemizde “öte”
hem geçmişte (“öteden beri”) hem gelecekte (“şimdiden yıllarca öteye”) bulunur.
Hem ileride, hem geridedir; zamanı ve mekânı kuşatır: Aşar. Aşar ama kopmaz,
devamıdır, bir yerin, bir akışın, bir yolun, “Ötesi var mı?” deriz: Bir
cesareti gösteren sözdür.
Ötekini öbürüyle karıştırmak yanlıştır bunun için, herhangi biri değildir
öteki. Ötekidir, ötedekidir. Sorun, bizden “farklı” olanı “öbürüne”,
indirgememektir. Kendimize indirgememektir. Öbürümüz yapmamaktır onu. Öte uçsuz
bucaksız bir alandır: Zamanda ve mekânda. Toplumda. Levinas’ın yıllar önce ışık
tuttuğu bu alanda, kendi kültürümüz ve dilimizin olanaklarıyla yürümek gerekir.
Düşünmenin İstiklâl Caddesine açılan Devâ Çıkmazlarını görmek için. Ötekim;
Ötede olan. Hep ötemde. Tümüyle ele geçiremediğim. Yok edemediğim. “Şu an”da
tüketemediğim. Geçmişte ve gelecekte olan. İleride olan. Arkada olan.
“Herşeyin” öte yüzü var mıdır? Arka yüzü. Öteki hem ileride, önümdedir, hem de
önümde olanın ardındadır.
Şimdi dönüp tarihe baktığımızda, bu ötedeki varlığı nasıl “öbürümüz”, nasıl
“kölemiz”, nasıl “aracımız” haline getirdiğimizi anlayabiliriz. “Öteki”yle
nasıl yaşayacağız? Önce onun “ötede” olduğunu görerek.
İçimdeki Öteki, Dışımdaki Ben
“Ben ve öteki” “iç ve dış” ayırımların anlamı nedir? Gerekli midir? Ne zaman
ortaya çıkarlar? Politik olarak anlamları nedir?
Bu soruların tartışmasını burada yapmayacağım. Yalnızca bu ayırımları kabul
ettiğimi, bu ayırımlarla düşündüğümü söylemeliyim.
İçim, yalnızca benim denediğim, yaşantısına sahip olduğum alandır. İçimi bir
başkası yaşayamaz.
Dışımı ötekilerle birlikte yaşarım. Her ötekinin, ötedekinin bir içi olduğunu
düşünürüm. Benim içim gibi.
İçimdeki ben, içimi yaşantıyabilen (tecrübe edebilen), dışımı da algılayıp,
ötedekilerle üleşebilendir. İçimin yaşantısının ortağı yoktur. Dışımın
yaşantısının vardır.
Dışımdaki öteki, dokunduğum; dokunabildiğim, (yaşıyorsa!) ortağım olabilen,
diğer ötekilerin de görebildiğidir.
İçimdeki öteki, yalnız benim yaşadığım, etkilediğim, iletişime girip (İçimdeki
ötekilerle konuşabilirim. Kendi kendine konuşma mıdır bu?) etkileşime
girdiğimdir. (İçimdeki öteki beni nasıl etkiler? Onu yok etmediğim, onu
ötelemeyi başardığım sürece, beni etkileyebilir!) İçimdeki ötekilerle
üleşebilirim de içimi. Dostlarım, sevdiklerim, düşmanlarım bile, bende
yaşarlar! İç ülkemi üleşirler!
İçimdeki ötekileri genellikle unuturum. İçim yokmuş, içimde kimseler
oturmuyormuş gibi davranırım. (Acaba neden?) İçimdeki ötekilerle etkileşmeyi
bilmem. Varlıklarım farkedemediğim için. Farketsem de içimin tiranı olurum,
kolayca (!) ezerim onları! Söyleşemem onlarla! İçimi paylaşamam!
Dışımdaki ben, ortaklaşa görülen, ötekilerce yaşanan bendir. Dışımdaki ben,
ötekinin gözündeki bendir. Sözüm ne kadar geçebilir ki ötekinin gözüne?
İçimdeki benle dışımdaki ben birbirinden kopabilir! Belki de böylesi bir uçurum
hepimizde vardır!
Bir ten taşırım ben. Tenimin fiziksel olmayan bölgeleri vardır: Ten beri ve Ten
öte bölgeleri. Ten beri, tenimden etkilenen, iç bölgemdir. Duygularım vardır
orada, örneğin fiziksel ağrılarım vardır, ten beri noktasının daha içleri iç
dünyama gider. Çağımızda birçok insan ten beri noktasında tutsaktır! İç
dünyalarına gidemezler. Arada duvarlar, uçurumlar, yarlar vardır. İç âlemi olan
insan, teninden içeri, tenberisinden içeri girebilendir. Ten beri dünyanın
eşiğinden içe giremezler. Duyguları, düşünceleri, ötekileri bu ten beri
dünyasında kalmıştır. Orada duygular, hazlar, acılar, belli belirsiz imgeler,
hayaller vardır.
Ten öte, tenimize bağlı, tenimizle dışımız arasındaki bölgedir. Dünyayı oraya sıkıştırmak
demek, dünyayı hazlar, çıkarlar, acılar, bencillikler ideolojilerle görmek
demektir. Ten öteden kurtulamadığımız sürece dışa çıkamayız; doğrusu öteye
açılamayız. Ötekini öbürü olarak görmeye mahkum oluruz.
Durumun vehameti şuradadır: Çoğumuz ten beri ve ten öteyle sınırlandırılmış
daracık dünyalarımızda yaşarız. Ne iç âlemimize girebiliriz, ne de ötemize,
ötedekilerimize açılabiliriz! İki eşik arasındaki beşikte salınır dururuz: Ten
beri eşiği ile ten öte eşiği arasında. Ten öte bölgesi, bir kangurunun cebine
benzer: Çağımız da hepimiz birer kanguruyuz. Ten ötekinin eşiğin aşıp öteye,
ötedekine ulaşamıyoruz.
İçimizdeki ötekileri tanıyamadığımız gibi, dışımızdaki bene ulaşamıyoruz. Ten
hapisanesinden çıkaramadığımız için benciliz ve kötüyüz. Bu yargılarım, ağır
yargılar, biliyorum. Kötülüğün gördüğüm bir kaynağını deşmeye çalışıyorum.
İtirazı olan söylesin.
Yarlar ve Köprüler
İnsan çıkmazlar varlığı. Çıkmazlarını arayacak gücü olan biri de. Ben ile öteki
arasındaki yarı kapayacak köprüleri aramak, birlikte yaşamayı başarabilmenin
ilk koşulu. Bu köprülerin zaman içinde yıkılmaya mahkum olduğuna inanıyorum.
Yüzlerce ya da binlerce yıldır ötekinin yanıbaşımızda, elimizin altında
olduğunu sandık. Dışımızda olduğunu düşündük. Benimiz, kendi içine kapalı bir
cogito idi. Oysa öteki hem çok uzağımızda, ötede, hem de içimizde idi. Ama ne
dışımız ne de içimiz bize yakındı. Dışa, ötekine yapılacak bir yürüyüşün
yarlarla dolu olduğunu göremedik. Öteki yolculuğu, hem dışa hem içe yapılan bir
yolculuktu. Tarihte iç yolcuları dışımızdaki beni küçümsediler. İçimizi
küçümseyenler, içimizdeki ötekilerin üzerimizdeki yükünü anlayamadılar.
Köprü dıştaki benle, içimizdeki ötekiler arasına uzanıyor. Ten engelini aşmak,
tenimizle yaşamayı, onun hakkını verebilmeyi öğrenmekle gerçekleşir.
Tek yönlü yürüyüş devâ çıkmazına sokar bizi. İstiklâli olan düşünce, tenini
bilir. Ten beri ten öte noktalarını. Onları yaşar. Bir yanıyla içlerine doğru
yürür içinin ötelerine, içindeki ötekilerle buluşur; diğer yanıyla dışındaki
benini arar, tanır.
Çünkü o, olanak araştırıcısıdır: Köprüler yıkar, köprüler kurar. Önceden
inceden inceye belirlenmiş bir yürüyüşün, ten beri ve ten öte bölgelerinin
dışına çıkamayacağını görür. Çıkmazları aşmaya çabalar, çıkmazsa, geri döner,
farklı yollar dener. Kurulmuş köprülerin çürüklüğünü görür.
Ben hep ötekine bağlıyım içimle ve dışımla. Tenimle. Tenim etkilenir, etkiler.
Ten beri, ten ötem iletişime geçer; içim ve dışım üleşir. Etkileşim, iletişim,
üleşim yürüyüşümün, olanakları araştırmanın üç temel öğesidir. Ten etkileşir;
cân iletişir; gönlüm üleşir.
Sanırım, devânın neden çıkmaz olduğu bu üç gücün kullanılamamasıyla ilgilidir.
Etkileşimin olduğu yerde iletişim yok (örneğin “sevgi” dediğimiz şeyde yalnızca
ten olduğunda etkileşim var, iletişim yoksa!) bu ikisinin, ya da ikisinden
birinin olduğu yerde üleşim (birlikte yaşama) olmayabiliyor.
Ötekine bağlıyım. Kölenin efendisine, efendisinin, köleye bağlı olduğunu
söylüyordu Hegel! Ötekini kabul ise bizim öteye, ötelere, ötedekilere
yapacağımız yolculukla ilgilidir. Cesaret ister: “Ötesi var mı?” diyelim
öyleyse. Bu, bizim kültürümüzden yapılmış bir meydan okumadır, ötesi hep
olacaktır. Bizi yürüyüşten alakoyacak korkaklığımızı yenmek için gücümüz,
ötelerde gördüğümüz kendimizi, içimizde keşfettiğimiz ötekileri yaşamak, onlara
ulaşmak için içimizde yanan aşktır. Aşkı keşfedelim. İcât edelim. Yürüdükçe
soralım: “Ötesi var mı?” Daha ötesi var mı?
Yard. Doç. Dr. Nevin Eraçar