BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
PEMBE KARETTA(HOMOFOBİ TRANSFOBİ AYRIMCILIK FARKINDALIK SEMİNERİ )
HOMOFOBİ TRANSFOBİ AYRIMCILIK FARKINDALIK SEMİNERİ
1.GÜN
10:00 -10:30 AÇILIŞ – TANITIM
10:30-12:00 HOMOFOBİ SUNUM ANLATIM
KONUŞMACI: PSİKİYATRİST PSİKOTERAPİST UZM. DR. SEVİLAY ZORLU
12:00 -13:30 ARA
13:30- 15:30 TRANSFOBİ SUNUM ANLATIM
KONUŞMACI: PSİKOLOJİK DANIŞMAN FATMA ARIK
15:30 -16:00 ÇAY, KAHVE ARASI
16:00 -17:30 ATÖLYE (PROJE) ÇALIŞMASI
( HOMOFOBİ TRANSFOBİ AYRIMCILIĞA UĞRAYAN BİREYLERİN
TOPLUMSAL SÜRECE DÂHİL EDİLEBİLMESİ
DIŞLANMA VE ETİKETLENMEYE MARUZ KALMADA
KAPSAYICI SOSYAL İÇERME NASIL OLABİLİR)
17:30 -17:40 KAPANIŞ
2 GÜN
14:00 -15:45 AYRIMCILIK SUNUM ANLATIM
KONUŞMACI: AVUKAT AHMET ÇEVİK
15:45-16:00 ÇAY KAHVE ARASI
16:15-17:00 YAPILAN ATÖLYE (PROJE) ÇALIŞMASININ DEĞERLENDİRİLMESİ
SÖYLEŞİ
FORM DOLDURMA (PROJE HAKKINDA DEĞERLENDİRME)
17:00-17:15 KAPANIŞ
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
DÜNYA YOKSULLUKLA MÜCADELE GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI
“Yoksulluktan kurtulmak için çok sayıda şeye aynı anda ihtiyaç vardır: Okul, sağlık ve altyapı ki bunlar topluma yapılan yatırımlardır. Öte yandan, fırsatlara, bilgiye, işe ve insan haklarına da ihtiyaç vardır.”
Hans Rosling
Yoksulluk günlük temel ihtiyaçları karşılayacak ekonomik güce sahip olamama durumu olarak tanımlanmaktadır. Bu dar tanıma göre yiyecek, içecek, barınma gibi ihtiyaçlar temel ihtiyaçlar kapsamına alınmaktadır, ancak günümüzde yoksulluk yalnızca bu kavramlarla değil, eğitim, meslek, sağlık hizmetlerine ulaşım ve sağlık eşitsizlikleri, etnisite, yaşanılan ortamın fiziki koşulları gibi çok sayıda farklı parametreyi de kapsamaktadır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tarafından 2008 yılında hazırlanan “Tüketim Harcamaları, Yoksulluk ve Gelir Dağılımı” raporuna göre; 2006 yılında Türkiye nüfusunun % 0.74’ü açlık sınırının, TUİK 2013 verilerine göre nüfusun %15’i yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Daha çarpıcı olan sonuç ise, yine 2013 verilerine göre toplumun %13’üsürekli yoksulluk riski altındabulunmaktadır. Yoksulluk oranıdışında, toplumdaki gelir dağılımıeşitsizliğide giderek derinleşen bir sorundur. Türkiye’de en zengin kesimin geliri, en yoksul kesimin gelirinin 8 katına ulaşmıştır.
Yoksulluk ve Ruh Sağlığı
Yoksulluk ve ruh sağlığı arasındaki ilişki uzun yıllardır bilinmektedir. Dünya Sağlık Örgütünün 2006 yılında yayınlanmış olan ve Avrupa’da ki sağlık eşitsizliklerinin incelendiği rapora göre düşük sosyo-ekonomik düzeyde olma ruhsal hastalık sıklığını arttırmaktadır. Yoksulluk ve yoksullukla ilişkili parametreler kullanılarak yapılan araştırmalarda yoksulluk sınırı altında yasayan insanlarda depresyonun yoksulluk sınırının üzerinde yaşayan insanlara göre en az 2 kat faha sık olduğu gösterilmiştir.
Yoksulluk ile şizofreni ve şizofreni belirtilerinin de ilişkisi bilinmektedir. Türkiye’de yürütülmekte olan bir izlem çalışmasının verilerine göre psikotik bozukluklar, psikotik belirtiler ve psikoz-benzeri yaşantıların mahallelerin sosyal sermayesi, yoksulluk, azınlık olmak ve işsizlik ortalaması ile ilişkili olduğu saptanmıştır.
Yoksulluk ile ruh sağlığı ilişkisi aslında sanıldığı gibi tek yönlü değildir. Ruhsal sorunlara sahip olan bireylerin, yoksulluk ve yoksullukla ilişkili sorunlara daha açık olduğu da bilinmektedir. Başta toplum içinde ruhsal hastalıkları olan bireylerin damgalanması olmak üzere, bu hastalıklara bağlı yeti yitimi gibi hastalığa bağlı sorunlar bireylerin ekonomik zorluklara daha sık maruz kalmasına neden olmakta ve eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşılmasını zorlaştırmaktadır. Sosyal destek sistemlerinin yetersiz olduğu toplumlarda yoksulluk ve ruhsal hastalıklar arasında çözülemeyen bir kısır döngü kaçınılmaz olmaktadır.
Önce Kadınlar, Çocuklar ve Yaşlılar
Yoksulluk özellikle kadınlar, çocuklar ve yaşlıları etkilemektedir. Kadınlarda yoksulluk ve dolaylı sonuçlarının ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğine dair çok sayıda veri bulunmaktadır. Gerek toplumsal roller, gerekse izlenen hatalı devlet politikaları kadınları ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaktan ve sosyal haklarından alıkoymakta ve yoksulluğun dolaylı sonuçlarına direk maruz bırakmaktadır. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından 2011’de yayınlanan “Türkiye’de Kadının Durumu” raporuna göre kadınların işgücüne katılma oranının 1990’li yıllardan bugüne giderek düştüğü gözlenmektedir. Düşük gelir, sosyal eşitsizlikler, düşük eğitim düzeyi, stres yaratan olaylara maruziyet gibi yoksullukla ilişkili pek çok durumun kadınlarda gerek depresyon gerekse travma sonrası stres bozukluğuna daha sık yol açtığı bilinmektedir.
Erken çocukluk döneminde yoksulluk ve sürekli yoksulluğun ergenlik döneminde gerek depresyon gerekse kaygı bozukluklarının riskini 1.5-2 kat arttırdığını göstermektedir.
Yaşlılar da yoksulluğa bağlı ruhsal hastalıklar açısından risk altındadır. Ülkemizde yapılan çalışmalarda, kadınlarda ve eğitim düzeyi düşük olan yaşlı bireylerde depresif bozuklukların daha sık olduğu gösterilmiştir. Alzheimer hastalığının önemli bir bulgusu olan unutkanlık ve bununla bağlantılı diğer belirtilerin de benzer şekilde eğitim düzeyi düşük olan yaşlı bireylerde daha sık olduğu bilinmektedir.
Psikiyatri ve Yoksulluk
Psikiyatri biliminin sadece ruhsal bozuklukların tedavisiyle ilgilenen bir bilim dalı olduğu şeklindeki yaygın kanıya rağmen, bizler, ruh sağlığı alanında çalışan hekimler biliyoruz ki, ruh sağlığı kişinin içinde yaşadığı toplumsal dinamikler ve bunların sonuçlarından bağımsız değildir. Ruhsal hastalıkların tedavisinden daha önemlisi, bu hastalıklara yol açan ve önlenebilen risk faktörlerinin ortadan kaldırılması ruh sağlığı hizmetlerinin olmazsa olmazıdır. Artık sadece gelir düzeyiyle değerlendirilmeyen yoksulluk psikiyatrinin koruyucu ruh sağlığı hizmetlerinin organizasyonu ve uygulanması için en temel müdahale alanlarından biridir.
Türkiye Psikiyatri Derneği olarak;
Yoksullukla mücadelede etkin bir devlet politikasının acilen hayata geçirilmesini
Özellikle riskli gruplar basta olmak üzere tüm toplumda gelir dağılımındaki adaletsizliğin önlenebilmesi için yapılacak çalışmaların bir proje değil, öncelik haline getirilmesini
Riskli gruplara (çocuklar, ergenler, kadınlar, azınlıklar) yönelik yoksullukla mücadele planı kapsamında, yoksulluğun tüm sonuçlarına yönelik (eğitime ve sağlık hizmetlerine ulaşma, istihdam) pozitif ayrımcılık yapılmasını
Yoksulluk ve ilişkili ruhsal hastalıklarda sosyal destek sistemlerinin güçlendirilmesini
Türkiye’de yoksulluk ve ruh sağlığına etkilerine yönelik araştırmaların sistematik hale getirilmesini
Yıllardır tekrar ettiğimiz gibi, ruh sağlığı yasasının acilen çıkarılmasını
Yoksulluk ve bunun sonuçları ile ilgili koruyucu hekimlik hizmetlerinin geliştirilmesini
Ruh sağlığı alanında daha etkin hizmet verilmesini sağlamak amacıyla ruh sağlığına ayrılan bütçenin ve genel hastanelerde psikiyatri yatak sayısının, gündüz hastanelerinin ve ayaktan tedavi birimlerinin sayısının ve niteliğinin arttırılmasını talep ediyoruz.
Uz. Dr. Neşe Direk
Türkiye Psikiyatri Derneği Koruyucu Ruh Sağlığı Çalışma Birimi
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
NEFRET SUÇU MAĞDURU TRANS BİREYLERİ ANMA GÜNÜ
Kişinin kendi bedensel cinsiyetinden hoşnut olmaması, karşı cinsin bedenine sahip olma ve toplumda karşı cinsten birisi olarak kabul görme isteği, bu isteğin yaşamın her alanında sürekli olması ve buna cinsiyet kimliği sıkıntısının eşlik etmesine transseksüalite denilmektedir. Cinsiyet kimliğimiz, yani bedenimizi ve benliğimizi bir cinsiyet üzerinde algılayaşımız, seçim yaparak karar verebileceğimiz, dolayısı ile değiştirebileceğimiz bir özellik değildir. Cinsiyet kimliği, kişinin öznel kimliğinin bir parçası olduğu için transseksüellik de tam zamanlı, yaşamın özel ve kamusal alanlarını kapsayan, bir kimlik ve varoluş biçimidir. Herhangi bir kişinin cinsiyet kimliğini veya cinsel yönelimini gizleyerek sağlıklı bir yaşam sürebilmesi gerçekçi değildir.
Transseksüalite bir ruh hastalığı değil, bedensel cinsiyet ile cinsiyet kimliği arasında bir uyumsuzluk durumudur. Transseksüel bireyler, toplumun genelleştirdiği cinsiyet normlarına uymadıkları için kimlikleri yok sayılmakta, aileleri ve sosyal çevreleri tarafından da ayrımcılığa maruz kalmakta, sözel veya fiziksel olarak taciz edilmekte, kısacası cinsel kimlikleri nedeniyle psikolojik ve fiziksel istismara uğramaktadırlar. Kişinin yaşamının tüm evrelerine yayılan ve toplumun herhangi bir kesiminden gelebilecek bu ayrımcı tutumlar ve bunların yaratacağı travmatik etki kaçınılmaz olarak bireyin ruh sağlığını da etkilemektedir.
Ergenlik döneminde aile içinde başlayan ayrımcılık, evden atılma ya da ev hapsi gibi baskılar, eğitim kurumlarında da devam etmekte, pek çok trans birey olmadıkları bir kimlikte görülme ve tanınma zorunluluğu nedeniyle eğitimlerine devam edememektedir. Erişkin yaşamlarında bu ve benzeri nedenlerle genellikle vasıfsız işlerde çalışmak zorunda bırakılan trans bireyler, cinsel kimliklerini gizleyebilmek için çoğunlukla sigortasız çalışmakta, gizlemedikleri takdirde iş yerinde yıldırma gibi kötü muamelelere ve işlerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Erkek feminenliğinin dışa vurulmasına karşı sosyal yasakların daha katı olması nedeniyle, trans kadınlar trans erkeklerden daha sık ve daha ciddi boyutta ayrımcılık ve şiddette maruz kalmakta, çalışma hayatından dışlanmakta, bir kısmi geçimini zorunlu seks işçiliği yaparak sağlayabilmektedir.
Toplumsal hayatın her alanında travmatize edilen, yok sayılan trans bireyler, pek çok devlet hastanesinde cinsiyet dönüşümü sürecinde hormon ve cerrahi tedavileri için genel sağlık sigortalarından yararlanamamakta, trans bireylerin ihtiyaç duydukları bakım hizmetleri konusunda psikiyatri, endokrinoloji, üroloji, jinekoloji ve tedavi sonrasında izlemlerini yapacak aile hekimliği alanlarında yeterli donanıma sahip uzman personelin kısıtlı olması gibi nedenlerle sağlık hizmetlerine erişim konusunda da zorluk yaşamakta ve hak ihlallerine maruz kalmaktadırlar. Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” adıyla ve 5013 Kanun numarası ve 03.12.2003 tarihinde kabul edilmiş, 20 Nisan 2004 tarih ve 25439 sayılı Resmi Gazete de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin 1. Madde’sinde “Bu sözleşmede tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak; biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayrım yapmadan herkese, bütünlüklerine ve diğer hak ve temel hürriyetlerine saygı gösterilmesini güvence altına alacaklardır”ifadesi; İnsanın Üstünlüğü tanımlayan 2. Madde’de “İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun saf menfaatlerinin üstünde tutulacaktır” ifadesi; Sağlık Hizmetlerine Erişimde Adalet’i tanımlayan 3. Madde’sinde ise “Taraflar, sağlık gereksinimleri ve mevcut kaynakları dikkate alarak, kendi yasal yetkileri dahilinde, uygun nitelikteki sağlık hizmetlerinden adil bir şekilde yararlanılmasını sağlayacak uygun tedbirleri alacaklardır” ifadesi bulunmaktadır. TBMM tarafından onaylanmış bu evrensel ilkelere rağmen uygulamada ve mevzuatta trans bireylere yönelik ayrımcılık sürmektedir.
Trans bireylerin maruz kaldıkları ayrımcılık ve insan hakları ihlallerinde nefret söyleminin rolü önemlidir, bunun uç noktası olarak nefret cinayetleri son sekiz yılda Türkiye’de 36 trans bireyin hayatını hedef almıştır. 2013 Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli İnsan Hakları İhlalleri İzleme Raporu nda medyaya yansıyan 4 nefret cinayeti, 1 tecavüz, 10 nefret saldırısı (ikisi ateşli silahla, ikisi kesici aletle), 1 linç girişimi, 1 kundaklama, 1 kaçırma vakası yaşandığı, ayrıca İstanbul’da polis operasyonuyla 15 trans bireyin evlerinin kapıları kırılarak gözaltına alındığı belirtilmiştir. Faillerin yakalandığı nefret cinayetlerinin çoğunda ise sanıklar haksız tahrik indirimi talebinde bulunmuş, bir kısmının cezasında bu nedenle iyileştirme yapılmıştır.
Bilimsel hiçbir geçerliliği olmadığı, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Psikiyatri Derneği, Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği tarafından gerekçeleriyle defalarca vurgulanmasına rağmen, Türk Medeni Kanunu 40. Madde de yer alan “bir kişinin cinsiyet geçişi ameliyatı olabilmesi için üreme yeteneğinden kalıcı olarak yoksun olması gerekir” şeklindeki şart ile trans bireylerin temel insan haklarından biri, yasal olarak ihlal edilmektedir.
Günümüzde toplumsal yargıları etkileyen ve dönüştürme gücü olan en önemli kaynaklardan birini medya oluşturmaktadır. Medyada trans bireylere yönelik marjinal yaftalamaların engellenmesi ve doğru bilgilendirmenin yapılması, hem geleneksel cinsel kimlik normlarının esnekleşmesine ve transseksüalitenin toplum gözünde normalleşmesine, hem kendini tanıma ve adlandırma sürecinde olan ve yardım arayan trans bireylerin içselleştirdikleri olumsuz yaftalarla kendilerinden utanmalarını engellemeye, hatta doğru tedavi merkezlerine yönlenmelerine yardımcı olacaktır.
Yasal düzlemde trans bireyler için hak ihlali olan fertilite şartının kalkması, nefret söylemlerinin ve suçlarının haksız tahrik indirimleri ile ödüllendirilmesi yerine cezaların ağırlaştırılarak caydırıcılık kazanması, sağlık alanında trans bireylerin ihtiyaçlarını sağlayabilecek yeterlilikte trans pozitif sağlık hizmet alanlarının desteklenmesi, trans bireylerin eşit vatandaşlık haklarına sahip olmaları ve devlet temelli ayrımcılığa son verilmesi için ilk adım olmalıdır.
Trans bireylerin yaşadıkları toplumsal, hukuksal ve politik ayrımcılık sadece psikiyatrinin değil sosyal bilimlerin de konusudur. Bu konuda yapılabilecek çok disiplinli çalışmaların, transseksüel bireylerin sorunlarına çözüm bulunmasında ve transfobinin ortadan kaldırılmasında rehber olacağını düşünüyoruz. Bu amaçla 20 Kasım trans bireylere yönelik nefret suçunu anma gününde yaşamın bir çok alanında süren ama özellikle trans bireylerin sağlık hakkının kullanmada yaşadıkları ayrımcılık ve insan hakkı ihlallerine kamuoyunun dikkatini çekmek istiyoruz.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ CİNSEL EĞİTİM TEDAVİ VE ARAŞTIRMA DERNEĞİ
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
EVDE BARIŞ DÜNYADA BARIŞ
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ 25 KASIM DÜNYA KADINA YÖNELİK ŞİDDETİ ÖNLEME GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI
EVDE BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!
Kadına Yönelik Şiddeti Sonlandırma Ve Militarizme Karşı Mücadele İçin Harekete Geçme Zamanı
Dünya üzerinde yaşayan tüm kadınların ve kız çocuklarının giderek artan ve hayatın her alanında maruz kaldıkları cinsiyete dayalı şiddet;kadınları ve toplumu saran sosyoekonomik koşullar, politik gelişmeler ve kültürel etkenlerle birlikte değerlendirilmelidir. Bu yıl BM 25 Kasım’dan başlayıp 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Gününe kadar olan 16 günlük eylem programının temasını ‘kadına yönelik şiddeti sonlandırma ve militarizme karşı mücadele için harekete geçme’ olarak belirlemiştir. Evde savaş hüküm sürerken dünyada barıştan nasıl söz edebiliriz? Bir çok kadın kendilerini rahat, huzurlu, güvende olmaları gereken yuvalarında tehlike içinde hissetmekte, zarar görmekte, incitilmekte, yaralanmakta ve hatta öldürülmektedir. Son yıllardaki savaşlarda dikkati çeken durum; savaşan güçlerin kadınları direkt olarak hedef alması, cinsel saldırı ve tecavüzlerin düşman tarafa ve düşman tarafın erkeklerine zarar verecek bir savaş yöntemi olarak kullanılmasıdır. Tecavüz bir savaş silahı haline gelmiştir ve askeri bir strateji niteliği kazanmıştır. Militarizmin kadınlar üzerine tek etkisi savaş sırasındaki cinsel şiddet değildir, aslında bundan çok daha büyük çok daha yaygın bir kötü sonucu vardır: Askeri zihniyet korku ve utancın hakim olduğu bir kültür yaratmakta ve toplumsal olduğu kadar bireysel sorunların çözümünde de şiddetin kullanılmasını meşru kılmaktadır. Böylelikle savaşın olduğu her coğrafyada aile içi şiddet de artmaktadır.
Savaşın, şiddetin bir çözüm aracı olarak yaşama geçmesinin yanı sıra pek çok üzücü yanı daha vardır. Savaş bölgelerinden kaçan milyonlarca insanın evlerini, yuvalarını, sevdiklerini, komşularını, en temel eşyalarını geride bırakarak yeni bir toprağa sığınmaları, göç etmeleri ve burada düşmanlıkla, ayrımcılıkla, aşağılanmayla karşılaşmaları ruh sağlıklarını ciddi olarak etkileyen bir sorundur. Ülkemizin hemen yanıbaşında, büyük bir şiddetle devam eden savaş nedeniyle son yıllarda ülkemize neredeyse 2 milyona yakın insanın göç ettiği bilinmektedir. Savaştan kaçan bu insanların büyük çoğunluğunu ise kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. AFAD’ın 2014 yılında yayınladığı raporda; bu göçmen kadınların çoğunluğunun bugün neredeyse savaştan dolayı yaşanmaz hale gelen İdlip ve Halep kentlerinden geldiği, dolayısıyla savaş bitse bile dönecek yerlerinin kalmadığı, %80’inin ilköğretim ve altı düzeyde eğitim aldığı, çoğunluğunun herhangi bir mesleği olmadığı ve kamp dışında yaşayanların da son bir aydır hiçbir gelir getirici işte çalışmadıklarının tespit edildiği bildirilmektedir. Savaştan ağır şekilde etkilenmiş, evlerini yerlerini yurtlarını yitirmiş, üstelik eğitim düzeyleri düşük olan ve mesleki donanımları olmayan bu kadınların gerek kamplar içinde gerekse kamp dışında ağır bir yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürdükleri bilinmektedir. AFAD raporunda da söz edildiği gibi bu kadınlar aile içi şiddete maruz bırakılmakta, erken yaşta evlendirilmekte ya da çok eşli evliliklere zorlanmaktadırlar. Gerek kamplarda gerek kamp dışında yaşayan kadınların %50’sinden fazlasının 18 yaş altında olması nedeniyle acilen korunması, eğitim yaşamlarına devam etmelerinin sağlanması, meslek kazandırılması ve erken yaşta evliliklerin kesin olarak önlenmesi sağlanamazsa, bu çocukların yaşamları boyunca çok daha fazla şiddete maruz kalacakları ve çok daha fazla ruhsal hastalıklara yakalanacakları, bu hastalıkların daha uzun ve şiddetli seyredeceği, hatta süreğenlik kazanacağı açıktır. Son dönemde gerçekleşen bu büyük göçün onlarca yıl boyunca ülkemizin önemli sorunlarından birisi olacağı beklenmektedir. İncinebilirliği çok yüksek olan bu gruptaki kadınların ruhsal rahatsızlıklara yakalanma oranlarının da çok yüksek olacağını gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Bir kez daha hatırlatmak istiyoruz ki kadın ruh sağlığını etkileyen en temel iki sosyal faktör şiddete maruz kalma ve yoksulluktur. Günümüzde bütün kadınlar geleneksel kavramların da etkisiyle fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddete maruz kalmaktadır. Kadınların ne yapması, nasıl davranması, ne kadar eğitim alacağı, parasını nasıl harcayacağı, nasıl giyineceği hatta kimle evleneceği gibi temel seçimleri kural koyucu, yasa koyucu erkekler tarafından belirlenmektedir. Kadınların eğitilmemeleri, emekleri karşılığında ücret almamaları ve erkeklerden daha düşük ücret almaları, daha düşük sosyal konumda yer almaları şiddete maruz kalmalarını arttırmaktadır. Ülkemizde kadınlar, işyerinde, evinde, cezaevlerinde, hastanede, okulda kısacası yaşamın her alanında şiddete maruz kalmaktadır. Kadınları çalışma ve sosyal hayatın dışına itecek ve güçsüzleştirecek girişimler kadın ruh sağlığı üzerinde yıkıcı etkilere yol açmaktadır. Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan, bunu kışkırtan bir ortamın kadınları ikincil konuma hapsettiği, ülkemizde kadınların bedenlerini denetleme gücünü elinde bulundurmak isteyen, onları her şekilde araçsallaştıran politik müdahalelerin, kadınlara yönelik her tür şiddeti tırmandırdığını kaygıyla izlemekteyiz.
Türkiye Psikiyatri Derneği olarak, her yıl 25 Kasım’da yaptığımız gibi ülkemizde kadına yönelik şiddetin artışını ve süreğenleşmesini önleyecek en önemli sosyal politikanın cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlanması olduğunun da bir kez daha altını çizmek istiyoruz. Biliyoruz ki kadına yönelik şiddetin temel nedeni, kadınları şiddet uygulayarak hizaya sokmak isteyen erkek egemen zihniyettir ve toplumsal cinsiye eşitliği her alanda sağlanamadıkça kadına yönelik şiddet türlü çeşitli şekillerde devam edecektir. Kadın örgütleri verilerine göre her gün bir çok kadının öldürüldüğü bu ülkede toplumsal cinsiyet eşitliğini geliştirmek için eğitim, sağlık, ekonomiye katılım ve politikaya katılım konusunda kadınlar pozitif ayrımcılık içeren politikalarla güçlendirilmelidir. Dünya Ekonomik Forumu 2014 Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri Göstergesi Raporu’nda Türkiye ne yazık ki 142 ülke içinde 125. sırada yer almaktadır. Ekonomik katılım, sağlık, eğitim ve politik güçlenme alanlarındaki parametreler dikkate alınarak hazırlanan bu raporda ülkemiz sağlık ve eğitim parametrelerinde daha iyiyken, ekonomiye katılım alanında 142 ülke arasında 132. sıradadır. Kadının işgücüne katılımı açısından 2006 yılından daha geride olmamız da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Bu nedenle bu yıl basın açıklamamızda 2 temel soruna dikkat çekmek istiyoruz.
-Kadına yönelik şiddeti azaltmanın tek yolu toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıdır. Muhafazakar politikalar aracılığıyla evlere kapatılan, aile içinde yer almaları beklenen, ‘evlerinin kadını’ , ‘çocuklarının annesi’ olan kadınların çok daha fazla şiddete maruz kaldığı akılda tutularak kadınların eğitim almalarının önü açılmalı, iş güç sahibi olmaları desteklenmeli, işyerlerinden, yerel yönetimlerden başlanarak kadınların söz sahibi olmalarını destekleyen politikalar geliştirilmelidir.
– Bu yıl ‘Evde Barış, Dünyada Barış!’ sloganı ülkemiz için özel önem taşımaktadır. Suriye’den gelen ve çoğunluğu her türlü şiddete maruz kalma riski yüksek bir grup olan 18 yaşın altındaki kız çocukları, kadınlar ruhsal açıdan desteklenmeli, göçmenlerin sorunları toplumsal cinsiyete duyarlı bir bakış açısıyla ele alınmalı, kadınların güçlendirilmeleri için erken yaşta yapılan evlilikleri, çok eşli evlilikleri önlemek başta olmak üzere etkin sosyal politikalar hızla yaşama sokulmalıdır.
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına
Prof.Dr. Ayşe Gül Yılmaz Özpolat Türkiye Psikiyatri Derneği Kadın Ruh Sağlığı Çalışma Birimi
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
BONZAİYE BONZAİ DEMEYİN
Türkiye Psikiyatri Derneği Alkol Madde Kullanım Bozuklukları Çalışma
Birimi Koordinatörü Doç.Dr. Cüneyt Evren, sentetik uyuşturucuyla ilgili
mücadelede medyaya çok önemli görevler düştüğünü belirtti. Ünlülerin
yakalanmasında diğer maddelerle birlikte bonzai isminin geçmesinin dikkat
çekici olduğunu anlatan Evren, 2011 ya da 2012 senesinin başlarından
bahsediyorum bonzai ismiyle ünlülerin yakalandığı haberleri vardı. Bu haberler yeni bir şeyler denemek isteyen
merak eden, yapısında merak olan özellikle gençler iÇin bir de yasal ve zararsız olduğunu
zannettikleri için kullanma ihtimallerini artırmış olabilir. Bu anlamda başta
medyanın haberi kullanış şeklinin bonzai kullanımını olumsuz etkilemiş olma
ihtimali var. Bonzai yerine sentetik kannabinoidler ya da sentetik
uyuşturucular denilmesi daha doğru” dedi.
ÜNLÜLER TETİKLEDİ
Antalya’nın Beldibi ilçesinde
gerçekleştirilen 50’nci Ulusal Psikiyatri Kongresi’nde Türkiye Psikiyatri
Derneği Alkol Madde Kullanım Bozuklukları Çalışma Birimi Koordinatörü Doç. Dr.
Cüneyt Evren, uyuşturucu maddelerin beyin ve psikoloji üzerinde yaptığı
tahribatı anlattı. Bonzai ile mücadelede adımların doğru atılması, bu maddeyi
özendirici olabilecek bilgi aktarımından kaçınılması gerektiğinin altını çizen
Doç.Dr. Evren, bu konuda bilimsel gerçeklikle hareket edilmesi günlük
söylemlerden kaçınılarak ilgili kurumlarla birlikte hareket edilerek topluma bilgi
sunulması gerektiğini kaydetti. Uyuşturucunun ve özellikle bonzainin 2011 ve
2012 yıllarında gözaltına alınan ünlülerle birlikte isminin anılmasına da
dikkat çeken Evren, şöyle konuştu: “Bonzai isminin kullanılması uygun
değil bunun sentetik bir madde olduğunun vurgulanması lazım, sentetik
uyuşturucu denmesi daha doğru, zaten sadece bonzai değil Türkiye’de Jamaikaisimli başka bir marka da var
yaygın olarak bulunuyor. Ama burada asıl olan sentetik olmasının
vurgulanmasıdır. Medyada zaten son zamanlarda çok haber çıkmıyor ölümler zaten
çıkmıyor medyaya sanırım bu anlamda bir kısıtlama gelmiş gibi görünüyor.”
Doç.Dr. Cüneyt Evren, “Haber yapıldığı için mi kullanım artıyor yoksa
kullanım arttığı için mi haber sayısı artıyor” şeklindeki soru üzerine,
bunun tartışmalı bir durum olmakla beraber bonzainin gündeme geldiği ilk
zamanlarda gerçekten dikkat çekici olduğunu söyledi. Ünlülerin yakalanmasında
diğer maddelerle birlikte bonzainin isminin geçmesinin dikkat çekici olduğunu
belirten Evren, “2011 ya da 2012 senesinin başlarından bahsediyorum bonzai
ismiyle ünlülerin yakalandığı haberleri vardı. Bu tabi yeni bir şeyler denemek
isteyen merak eden, yapısında merak olan özellikle gençler için bir de yasal ve
zararsız olduğunu zannettikleri için kullanma ihtimallerini artırmış olabilir.
Bu anlamda başta medyanın kullanış şeklini olumsuz etkilemiş olma ihtimali
var” dedi.
ÜLKEMİZDE EN BÜYÜK SIKINTI PROBLEMİN İNKARI
Ekonomik sıkıntıların bonzai başta olmak üzere uyuşturucu kullanımına sebep
olup olmayacağı şeklindeki bir soruya da cevap veren Evren, ellerinde böyle bir
veri olmadığını ancak toplum için sıkıntı olacak şeylerin madde kullanımının
artmasına dolaylı olarak sebep olacağını kaydetti. Sadece Türkiye’de değil dünyada
da uyuşturucu kullanımının artışının söz konusu olduğunun altını çizen Evren,
şöyle konuştu: “Eskiden yurt dışında kullanılan madde ülkemize birkaç yıl
sonra girerken bugün ilerleyen teknoloji ve
internet sayesinde hızla aynı anda kullanılmaya başlanılıyor. Burada ihmal
devreye giriyor, ülkemizin en büyük sıkıntısı inkar, problem yok gibi
algılamaya çalışmak ve böylece sorun sanki yokmuş gibi varsaymak ama ne yazık
ki sorun daha sonra mücadele etmesi zor ve sıkıntılı hale geliyor zaman içinde.
Tek başına etkisi olmasa da etkisi vardır.”
“BONZAİ KULLANANLARDA ŞİZOFRENİ TABLOSU”
Bonzai adıyla bilinen sentetik uyuşturucuların beyni etkileyerek bağımlılık
yaptığını belirten Evren, “Sentetik kannabinoidler (SK) ya da sentetik esrar
türevleri Türkiye’de bonzai adı ile bilinen, beyni etkileyen, bağımlılık yapan
maddelerdir. Bu maddelerin kullanımı son yıllarda tüm dünyada olduğu gibi
ülkemizde de artmaktadır. SK kullanımı sonrasında kişilerde çarpıntı, göğüs ağrısı,
huzursuzluk, solunum güçlükleri, kusma ve bulantı, bilinç kaybı yanında,
intihar düşüncesi ya da girişimi, kendine ve başkasına zarar verici
davranışlar, kalp krizi, böbrek yetmezliği ya da epileptik nöbetler gibi hayatı
tehdit edebilecek belirtiler de görülebilmekte, ölüm vakaları bildirilmektedir.
Bu maddenin kullanımı sonrasında gerçeği değerlendirme bozukluğu, şizofreni
benzeri psikotik tablolarla da karşılaşılmaktadır” dedi.
“ÇİN VE Hindistan’DAN TÜM DÜNYAYA İNTERNETLE
HIZLA YAYILIYOR”
Bonzainin üretimi ve satışı konusunda bilgi veren Doç.Dr. Cüneyt Evren,
bonzainin Çin ve Hindistan’da laboratuvar ortamında üretildiğini ve internet
vasıtasıyla kolayca pazarlanıp kolayca satılabildiğini söyledi. Satışı ve
pazarlamayı engellemek için bu türden sitelerin kapatılmasının çözüm olmadığını
vurgulayan Evren, şöyle konuştu:
“Bonzai, Çin ve Hindistan’da laboratuvar ortamlarında toz halinde üretilerek
tüm dünyaya dağıtılmaktadır. Bu maddeler daha sonra çeşitli çözücüler içinde
çözülmekte ve bitki karışımlarının üzerine püskürtülmekte, kurutulduktan sonra
paketlenerek satışa sunulmaktadır. Ne yazık ki günümüzde bu madde oldukça kolay
ulaşılabilir bir hale gelmiştir. Gerek yurt içinde gerek yurt dışında internet
siparişi yoluyla çok kolay ulaşılabildiği dikkat çekmektedir. Bu siteler
kapatılsa da yeni siteler vasıtasıyla dağıtımı yapılabilmektedir. Ayrıca,
satışa sunulan paketler üzerinde paketin içeriği hakkında bilgi verilmemekte ya
da yanlış bilgi yer almaktadır.”
BONZAİYİ BIRAKMAYA ÇALIŞANLARDAKİ BİR TAKIM BELİRTİLER
Bağımlılık yapan bonzainin bırakılmak istendiğinde bağımlıya olan etkilerini de
belirten Evren, “Bağımlı kişiler bu maddeyi bırakmaya çalıştıklarında terleme,
uykusuzluk, çarpıntı, huzursuzluk, bedensel ağrılar, bulantı ve kusma gibi
yoksunluk belirtileri yaşayabilmekte bu belirtiler geçici de olsa maddeyi
bırakmak isteyen kişiyi zorlayabilmektedir. Bonzai bırakmak isteyen kişilerin
psikiyatri polikliniklerine ya da bağımlılık merkezlerine yardım başvurusunda
bulunmaları, burada ayaktan ya da yataklı tedavi programlarına katılabilmeleri
bağımlılık problemlerinin üstesinden gelinmesinde çok önemli bir faktördür”
dedi.
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
SAVAŞ VE RUH SAĞLIĞI
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ RUHSAL TRAVMA VE AFET ÇALIŞMA BİRİMİ
SAVAŞ VE RUH SAĞLIĞI
BASIN AÇIKLAMASI
31 Aralık 2014
Suruç tan Soma ya,
Şengal den Yırca ya,
Savaşın ve cinayetlerin yaşandığı coğrafyada insanlığın sesini yükseltelim…
Ülkemizde savaş ve maden cinayetleri gibi insan eliyle oluşturulanlar yanında, deprem, sel gibi doğal nedenlerle ortaya çıkan, ancak öncesindeki yetersiz düzenlemeler ve denetlemeler gibi insani etmenler nedeniyle yıkıcı etkisi artmış afetlerle sürekli karşı karşıyayız. Ancak ruh sağlığı alanında çalışan bizler tüm bu ruhsal travmalar yanında son yıllarda ülkemizin yanı başındaki vahşi savaştan kaçarak ülkemize gelen mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin durumuna dikkat çekmek istiyoruz.
Son 3 yıldır Suriye’deki iç çatışmalar ve savaşla başlayan Ortadoğu coğrafyasındaki insani dram, yaşadığımız yüzyılın en vahşi ve bilinen tüm insani kutsal değerlerine aykırı davranan İŞİD örgütünün Ezidilerin yerleşim alanlarında ve Rojava Kürt bölgesindeki saldırıları ile şiddetlenmiş, 2014 Ağustos ve Eylül aylarında Şengal dağında bir insanlık dramı yaşanmıştır.
Son 3 yılda resmi rakamlara göre bile, savaştan kaçan bir milyonun üzerinde sığınmacı ülkemize gelmiştir ve birçok sığınmacı ciddi bir yaşam mücadelesi vermektedir. Suriye’den giderek daha yoksul insanların ülkemize geldiğini, Şengal’den Kobane’den yerinden edilenlerin çok kısa bir zamanda hiç bir şeyi toparlamaya vakitleri olmadan evlerini, ülkelerini terk ettiklerini biliyoruz. Yerel yönetimler, demokratik kurumlar ve AFAD verilerine göre ülkemize 1 milyonun üzerinde Suriye’li göçmen, 30 bin Ezidi, 180 bin civarında Rojava Kürdü geldiği tahmin edilmektedir. Bu düzeyde büyük bir göçmen kitlesinin yaklaşan kış koşullarına rağmen fiziksel olarak barınma, hijyenik olmayan ortamlarda yaşama, beslenme problemleri gibi temel yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasında ciddi eksikliklerin yanında ciddi psikolojik problemlerin yaşandığı Türkiye Psikiyatri Derneği’nin Ağustos-Ekim 2014’te çadır kentlere yönelik yaptığı gözlem çalışması neticesinde düzenlenen raporda bildirilmiştir.
Tarih boyunca savaşın, yerini yurdunu terk etmenin insan ruhunda onulmaz yaralar açtığını biliyoruz. Euripides binlerce yıl öncesinde ‘‘Dünyada ana vatanını kaybetmekten daha üzücü bir şey yoktur” derken ülkemize gelen tüm insanlarda hem savaşa tanık olmak, hem savaş sırasında yakınlarını kaybetmek, yaralanmak ve bunlara şahit olmak gibi doğrudan savaşın mağduru olmak, hem yerinden yurdundan ülkesinden edilmek, hem de yeni yerleşim alanındaki kötü koşullar ve maruz kalınan ayrımcılık nedeniyle değişik düzeyde ruhsal belirtiler ve ruhsal hastalıklar gözlenmektedir. Özellikle yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı yoğun korku, yakın köylerdeki komşuları tarafından ihanete uğradıkları düşünceleri, savaştan kaçarken özellikle kadınların ve çocukların maruz kaldığı cinsel taciz ve tecavüzler, şu anda barındıkları yerlerde hissettikleri belirsizlik, değersizlik, ciddi çökkünlükler, gelecek kaygısı gibi sorunlar eşliğinde birçok ruhsal rahatsızlık gözlenmektedir. Sığınmacılarda; uyku problemleri, akut stres bozukluğu ya da travma sonrası stres bozukluğu belirtileri, uzamış yas reaksiyonları, major depresyon, kaygı bozuklukları, bedenselleştirme bozuklukları gibi birçok ruhsal belirti ve hastalıklar izlenmektedir.
BM ve AFAD tarafından oluşturulan kamplarda kalanlara sağlık ve diğer sosyal destekler kısmen sağlanırken, şehirlere yerleşen ya da yerel yönetimler eliyle oluşturulan çadır kentlerdeki kişiler uzun süre sağlığa ulaşma ve tedavi olma hakkından mahrum kalmışlardır. Kamp dışında yaşayanların büyük bir çoğunluğu ruh sağlığı tedavi hizmetlerine ve bu riskli dönemde ruh sağlığını koruyucu nitelikte olabilecek psikososyal rehabilitasyon hizmetlerine ulaşamamaktadır. Tarafsızlık ilkesi gereği ulus, ırk, dini inanç, sosyal sınıf, politik düşünce, cinsiyet, etnik köken, felsefe, cinsel yönelim, yaş, engellilik, fiziksel özellikler ve dil ayırt edilmeksizin yardımların tüm mağdurlara eşit ve adil olarak ulaştırılması gerekmektedir.
Savaş nedeniyle yurtlarından göç etmek zorunda kalan insanların karşılaştığı diğer bir sorunun sosyal dışlanma ve ayrımcılık olduğunun da altını çizmek istiyoruz. Özellikle kentlere yerleşen sığınmacılara karşı giderek artan düşmanca tutum, nefret ve ayrımcılık içeren söylemler, zaten zor koşullarda ülkelerini terk etmek zorunda kalıp, bilmedikleri bir ülkede yeni yaşam kurmaya çalışan, çoklu mağdurluklar yaşayan insanların ruh sağlığını tehdit eden temel unsurlardan birisini oluşturmaktadır. Ülkemizde yönetici pozisyonda olan kişilerin bazı açıklamalarında bile kendisini gösteren bu durum,bazen sığınmacıların yerleştikleri bölgelerde yaşayan insanlar arasında da yoğun bir şekilde gözlenmektedir. Kültürlerarası farklılığın doğal olduğu dikkate alınarak, ülkemize zorlu koşullarda gelen insanların buraya uyum sağlamalarını kolaylaştıracak eylem planları geliştirilmelidir.
Göçmenlerin birçoğunun sınır dışı edilme korkusu, Türkiye’den başka bir ülkeye geçişi zorlaştırabileceği ya da bilgilerinin kendi ülkelerinde düşman olarak gördükleri tarafların eline geçer korkusuyla yasal kayıt altına alınamamak sığınmacı statüsünün sağladığı sağlık güvencesi gibi sosyal haklardan yararlanmalarını ve ruh sağlığı hizmetlerine ulaşmalarını engellemektedir. Ayrıca yoğun olarak göç edilen illerdeki resmi sağlık kurumlarında çevirmenin hiç olmaması ya da yetersiz çevirmen olması ayrı bir sorundur.
Unutulmamalıdır ki; toplumsal travmalar kuşaktan kuşağa aktarılır ve doğası gereği insanların ve toplumların ruhunda yaratılan tahribatın ve ruhsal sorunların iyileşmesi çok daha zordur ve zaman alır. Bu nedenle çok geç olmadan başta devlet olmak üzere ilgili kuruluşların yetkililerini ve tüm halkımızı ivedilikle harekete geçmeye çağırıyoruz.
Ülkemiz coğrafi konumu nedeniyle yüzyıllardır birçok savaş, katliam, doğal afete tanıklık etmiş olmakla birlikte yer aldığı bölgenin kültürel özelliklerinin bu travmalarla baş etmede çok önemli bir rol oynadığını; yakın tarihimizde Marmara depremi, Van depremi ve Soma Maden Faciası sonrasında gösterilen sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın maddi kayıpların ötesinde afetzedelerin kendilerini yalnız, çaresiz ve güvensiz hissetmemelerini sağladığını ve geleceğe tekrar umutla bakmalarına yardımcı olduğunu hatırlatarak göçmenler, mülteciler ve sığınmacılara yönelik olarak benzer bir sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın bir an evvel başlatılması gerektiğini belirtmek istiyoruz.
2015 e girerken Ortadoğu coğrafyasında giderek daha çok insanın yerinden edilmesi ve zorunlu yer değiştiren kişilerin zorluklarına tanıklık eden Türkiye Psikiyatri Derneği olarak;
· Savaştan kaçan-kaçmak zorunda olan insanların Türkiye’nin de taraf olduğu Cenevre Antlaşması’nın 1.maddesi (1951) gereği ‘Mülteci’ sayılması, Dublin konvansiyonu ve Schengen Uygulaması gereği kişilerin ‘İlk sığınılan ülke’ haklarına saygı duyulmasını,
· İnsanların içinde bulunduğumuz kış koşulları düşünüldüğünde temel insani koşullarda barınma ve fiziksel ihtiyaçların hızla giderilmesi ve bu yapılırken mutlak bir tarafsızlık ilkesiyle hareket edilmesini,
· Daha önce yayınladığımız gözlem raporu ve çadır kentlerden halen alınan geri bildirimlere göre; sağlıklı ve kalıcı bir psiko-sosyal rehabilitasyon çalışmasının yapılmadığı, bu konuda Türkiye Psikiyatri Derneği’nin de içinde yer aldığı APHB (Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği) , AFAD, TTB, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, yerel yönetimler ile diğer meslek örgütleriyle birlikte ortak bir eylem planın hazırlanmasını,
· Çok yakın zamanda 100.000 kişiden fazla insanın ağır bir savaştan kaçarak geldiği, hemen yanı başında çatışmaların devam ettiği Suruç Devlet Hastanesine psikiyatrist, psikolog ve diğer ruh sağlığı kadrolarına kalıcı atamalar yapılması ve personel eksiğinin giderilmesini,
· Sığınmacıların yaşadığı bölgelerde ruh sağlığı çalışanlarının savaş, göç, mültecilik konusunda bilgi ve beceri düzeylerinin artırılması amacıyla hızlı bir şekilde yapılandırılmış kurslar düzenlenmesini,
· Sığınmacıların savaş ve göç nedeniyle oluşacak ruh sağlığı bozuklukları konusunda bilgilerini artırıcı ve sağlık kurumlarına başvurmayı sağlayıcı Türkçe, Kürtçe, Arapça afiş ve broşürlerin hazırlanmasını,
· Ülke çapında ayrımcılığı azaltmaya yönelik etkin sosyal politikaların yaşama geçirilmesini talep ediyoruz.
Sonuç olarak, yaşanılan ruhsal travmanın çok boyutlu ve karmaşık yapısı düşünüldüğünde Türkiye Psikiyatri Derneği olarak; tek tek kurumların, gönüllü olarak düzenledikleri faaliyetlerintek başına yeterli olamayacağını, resmi ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği içinde, hızla koruyucu ve tedavi edici ruh sağlığı hizmetlerinin nasıl bir yapılanma içinde sürdürülebileceğine ilişkin ortak bir eylem planının hazırlanarak yaşama geçirilmesi gerektiğinin önemini vurgulamak istiyoruz.
Uzm. Dr. Ulaş Yılmaz
Türkiye Psikiyatri Derneği
Ruhsal Travma ve Afet Psikiyatrisi Çalışma Birimi Adına
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
KADIN CİNAYETLERİNE TANIK OLMAK İSTEMİYORUZ-RUH SAĞLIĞI ÇALIŞANLARI
TPD Basın Açıklaması
Ruh Sağlığı Çalışanları Olarak Kadın Cinayetlerine Daha Fazla Tanık Olmak İstemiyoruz !
15.02.2015
Kadınların kendi yaşamlarıyla ve bedenleriyle ilgili özgürce karar vermelerini engelleyen her tür durum ya da davranış kadına yönelik şiddettir. Kadına yönelik şiddetin en ağırı ise kadın cinayetleridir. Medyaya yansıyan verilere göre ülkemizde sadece geçtiğimiz Ocak ayında 27 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Birkaç gün önce Mersin’in Tarsus ilçesinde, üniversite öğrencisi genç bir kadın okulundan eve dönerken bindiği dolmuşun şoförü tarafından cinsel saldırıya uğradı, kendisini savunmaya çalışınca bıçakla, demir çubukla darp edilerek hunharca katledildi, ardından yakılarak dereye atıldı. Bu ne yoğun bir öfke ve kindir? Bu kimin ve neyin öfkesidir? Bu zihniyetin insanları vahşice öldürerek görüntülerini kamuoyu ile paylaşan terör örgütünün zihniyetinden bir farkı var mıdır?
Biz ruh sağlığı çalışanları, günlük uygulamamız içinde başı örtülü, örtüsüz, açık giyinen, kapalı giyinen, müslüman, ateist, zengin, yoksul, eğitimli, eğitimsiz farklı sosyal sınıflardan gelen birçok kadın başvurana danışmanlık yapıyor, tedavilerini üstleniyoruz. Kadına yönelik şiddetin her türünün çok yaygın olduğuna ve yol açtığı sonuçlara her gün tanık oluyoruz. Hastalarımızdan dinlediğimiz öyküler ve yapılan bilimsel çalışmalar kadına yönelik şiddetin belli bir sosyal sınıf ya da hayat görüşüne sahip kadınlarla sınırlı olmadığını ancak erkek egemenliğinin yüksek olduğu muhafazakar toplumlarda daha yaygın olduğunu gösteriyor. Kadına yönelik şiddetin en önde gelen nedeni, erkek egemen sistem içinde erkeklerin kadınları kontrol altına alma, kadınların yaşamını ve yaşam alanlarını kendi koydukları kurallara göre düzenleme isteğidir. Hukuk sistemi dışında polis, adli tıp, medya ve politikacılar da cinayet gerekçelerini toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmek için kullanabilmektedir.
Türkiye Psikiyatri Derneği olarak katilin ruhsal sorunlarının olduğu, uyuşturucu kullandığı, sakinleştirici ilaçlar aldığı, öldürülen genç kadının açık giyindiği gibi “sözde” gerekçelerle kamuoyunun yanıltılmaya çalışılmasına itiraz ediyoruz. Seçilmiş politikacıları cinsiyetçi söylemleri bırakıp kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri ile ilgili doğruları açıklamaya davet ediyoruz. Yirmibirinci yüzyıl Türkiye’si için kadına yönelik şiddetin bir insanlık ayıbı olduğunu düşünüyoruz.
Kadınların yaşamları iktidar sahipleri tarafından kuşatılmaktayken, sadece cinsiyetlerinden dolayı en temel hak olan “yaşam hakkı” ellerinden alınmaktadır. Kadına yönelik her türlü şiddetin failleri adalet sistemi içindeki boşluklardan faydalanmakta, mahkemelerde kolayca iyi hal indirimi almaktadır. Şiddetin faillerinin “cezasız” kalması, şiddete uğrayan kadınların ruhsal iyileşmelerinin önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Cinsiyetçiliğin körüklendiği bir ortamda, kadınların kamusal yaşamdan uzaklaştırılması, tecavüz edenlere cezaların arttırılması çözüm getirmez.
İsyan ediyoruz! Cinsiyetçi ayrımcı ve cinsel saldırıları körükleyen zihniyetin bizzat ürettiği kadına yönelik cinsel, fiziksel, ruhsal şiddetin yaralarını sarmak yerine erkeklerin kendilerini sorgulamalarını, “eril tahakküm”de kendi rollerinin uzantılarına bakmalarını, kadına yönelik şiddetin önlenmesini istiyoruz! Sadece “kadın” oldukları için öldürülen Özgecan Aslan ve yüzlerce kadının katlinden sorumlu olan cinsiyetçi ve cinsel saldırıları körükleyen zihniyetin değişmesini talep ediyoruz.
Ruh sağlığı çalışanları olarak bizler, kadın cinayetlerine daha fazla tanık olmak istemiyoruz!
İktidarın kadın ayrımcılığına son!
Türkiye Psikiyatri Derneği
Kadın Ruh Sağlığı Çalışma Birimi adına Suzan Saner, Zerrin Oğlağu, Leyla Gülseren, Şahika Yüksel
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI
Bu yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Birleşmiş Milletler tarafından yapılan açıklamada kadınlarla erkeklerin her alanda eşit olmalarının hedeflendiği ve tüm dünyada bu amaca yönelik adımlar atılması gerektiği vurgulandı. Farklı bileşenleri değerlendirerek ülkemizdeki duruma baktığımızda ne yazık ki böyle bir hedefe ulaşmaktan henüz çok uzak olduğumuzu görüyoruz. Türkiye’de 2015’te 303 kadın cinayeti işlenirken 2016 yılının Ocak ayında 36, Şubat ayında 23 kadın öldürüldü. Çok sayıda kadın cinsel saldırıya uğradı. Şiddet ve cinsel saldırı travma sonrası stres bozukluğu, kaygı bozuklukları, depresyon gibi birçok ruhsal hastalığın ortaya çıkmasında etkilidir. Cinsel saldırıya uğrayan kişiler utanç, toplum içinde damgalanma kaygısı, suçluluk duyguları gibi nedenlerle çoğu kez yaşadıkları olayı kimseyle paylaşmazlar. Bu durum ruhsal yakınmaları arttırarak intihar gibi ciddi sonuçlara yol açabileceğinden söz konusu travmatik yaşantıların ardından ruhsal destek alınması son derece önemlidir. Ülkemizde egemen güçlerin söylemleri ve diyanet fetvalarıyla kadın bedeni üzerinden yürütülen politikalar kadınlara yönelik ayrımcılığı, şiddeti ve kadın cinayetlerini sıradanlaştırmakta, kadınların kamusal alanda var olmalarına ilişkin ciddi tehdit oluşturmaktadır. Uygulanan savaş politikaları da kadın cinayetlerinin artmasında etkilidir. Bizler, öğretmeni tarafından cinsel saldırıya uğrayan ve okul idaresini durumdan haberdar etmesine karşın idarenin herhangi bir girişimde bulunmadığı lise öğrencisi genç kızın intiharı da dahil olmak üzere kadın cinayetlerinin tümünden erkek egemen sistemin sorumlu olduğuna inanıyoruz. Katillere “aşırı sevgi”, “saygın tutum” gibi gerekçelerle verilen indirimleri onaylamıyor, haksız tahrik indirimlerinin kaldırılmasına ilişkin yıllardır süren taleplerin görmezden gelindiğini, konuyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılmadığını düşünüyoruz.
Kadın ruh sağlığını etkileyen en temel etkenler sosyal koşullarla ilişikli olup cinsiyete dayalı şiddet ve yoksulluktur. Ülkemizde 18 yaşından önce evlenen her iki kadından biri, 18 yaşından sonra evlenen her üç kadından biri yakınlarındaki erkekler tarafından fiziksel ve/ya da cinsel şiddet görmekte, eğitim düzeyinin düşük olması şiddet görme riskini artırmaktadır. Hem dünya genelinde hem de ülkemizde kadınlar erkeklere oranla daha yoksuldur. Dünya Ekonomik Forumu’nun verileri toplumsal cinsiyet uçurumu yönünden Türkiye’nin son bir yılda beş sıra gerileyerek 2015 yılında 145 ülke arasında 130. sırada yer aldığını ortaya koymuştur. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2015 yılında iş gücüne katılma oranı erkeklerde %72.5, kadınlarda %32.3 olarak gerçekleşmiştir. Ülkemizde, son yıllarda daha belirgin olmak üzere, toplumsal ve yasal düzenlemelerle kadınların toplumsal rolü annelik ve ev kadınlığına indirgenmekte, esnek çalışma adı altında kadın emeği daha da değersizleştirilip güvencesizleştirilmeye çalışılmaktadır. Çalışma saatlerinin uzun olmasına karşın erkeklere oranla daha düşük ücret alma, ücretsiz aile işçisi olarak çalışma, kadın emeğinin görünmezliği, erken yaşta evlilik, mülkiyetin erkekler lehine işlemesi kadınları yoksullaştırmakta, yaşamın pek çok alanında güçsüz kılmaktadır.
Savaşlar en çok kadınları ve onlarla birlikte çocukları etkiler. Savaş ve çatışma ortamlarında kadınlara yönelik her tür şiddet artar. Toplumun kadın bedenine yönelik mülkiyet algısı kadınlara yönelik cinsel saldırının yüzyıllardır bir savaş silahı olarak kullanılmasının başlıca nedenidir. Ortadoğu’da süren savaş son yıllarda mülteci sayısının II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez elli milyonu aşmasında en büyük etkendir.Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre Türkiye’de kayıtlı Suriye’li sığınmacı sayısı iki milyondan fazladır. Savaşların görünmeyen yüzü olan mülteci ve sığınmacı kadınlar yakınlarını kaybetmelerinin yanı sıra yoksulluk, açlık, enfeksiyon hastalıkları, düzenli sağlık bakımı alamama, dil sorunu, kültüre yabancı olma, cinsel ve fiziksel saldırılar, erken yaşta evlendirilme, para karşılığı satılma, istenmeyen gebelik gibi ciddi sorunlar yaşamaktadır. Cinsiyet eşitsizliği savaş koşullarında artarak sürdüğünden barış ortamının sağlanması kadınların beden ve ruh sağlığı açısından da çok önemlidir.
Türkiye Psikiyatri Derneği Kadın Ruh Sağlığı Çalışma Birimi olarak, 21 yüzyıl Türkiye’sinde kadınlarla erkeklerin her alanda eşit hak ve özgürlüklere sahip olmasını, kız çocuklarının erkek çocuklarla eşit eğitim olanaklarından yararlanmasını, erken yaşta yapılan evliliklerin önüne geçilmesini, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin durdurulması için ilgili yasalarda gerekli düzenlemelerin hemen yapılmasını, egemen güçlerin söylemleri ve diyanet fetvalarıyla kadın bedeni üzerinden yürütülen politikalara son verilmesini talep ediyoruz. Dayanışmanın gücünü çok iyi biliyoruz ve diyoruz ki, birbirimizin sesini duymaya, birbirimizin sesi olmaya devam edeceğiz.
Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz kutlu olsun! Türkiye Psikiyatri Derneği Kadın Ruh Sağlığı Çalışma Birimi
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
RUH SAĞLIĞI SORUNLARI RUH SAĞLIĞI PROFESYONELLERİNCE ELE ALINMALIDIR
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ – TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ
ORTAK BASIN AÇIKLAMASI
23.12.2016
Son günlerde yazılı ve görsel medya kuruluşlarında B.İ.E.’nin vefatı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. B.İ.E’nin ilgili haberlerde yazar ve yaşam koçu olarak tanıtıldığı görülmektedir. Kişinin web sayfasına bakıldığında ise, kendisini melek koçu, yaşam koçu olarak tanıttığı ve “meleklerle geçmişi şifalandırma” yöntemi ile şifa (tedavi) yaptığını belirtmektedir.
Bir kadın tarafından öldürülen B.İ.E.’nin ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.
Bu elim olay sonrasında ruh sağlığı alanı ile ilgili sınırların belirlenmesi amacıyla yürüttüğümüz çalışmalara bir kez daha değinme ve halkımız ile yetkili makamları bilgilendirme gereği hissediyoruz.
Hekim olmayan kişilerin, ruhsal sorunları ya da rahatsızlıkları olan kişileri muayene ettikleri, tanı koydukları ve tedavi etmeye giriştiklerine dair haberler son zamanlarda giderek artmaktadır.
Bu kişiler “danışmanlık merkezleri”, “yaşam koçluğu”, “NLP”, “stresle başa çıkma”, “eğitim” vb. isimler altında ve çoğunlukla kurdukları şirketlerinde, depresyondan panik bozukluğuna, fobilerden aile sorunlarına, cinsel işlev bozukluklarından şizofreniye dek birçok ruhsal sorun ya da rahatsızlığı kısa sürelerde düzelttiklerini öne sürmekte, gazetelerde, internet sitelerinde ve televizyon programlarında açıkca ya da dolaylı olarak reklamlarını yapmakta, yasal yetkileri olmadığı halde rahatsızlıkları nedeniyle zor durumda olan insanlarımızın zarar görmelerine ve yanlış uygulamalar ile rahatsızlıklarının alevlenmelerine neden olmaktadırlar.
Bu kişiler, “reytingi yüksek sansasyonel yayın” peşinde olan birçok televizyon kanalında, haber programlarında, kadın programlarında hatta sağlık programlarında yer alarak, telefonla hiç görmedikleri kişilerin hastalıkları ya da sorunları hakkında tanı koymakta ve bilimsel gerçeklere uygun olmayan çözüm yolları ya da tedaviler önermektedirler.
Halkımızın acı ve sıkıntılarını kötüye kullanan bu kişilerin çoğunluğu tıbbı, psikiyatriyi ve psikiyatristleri kötülemekte ve etkinliği yüzlerce bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış tıbbi tedavileri küçümsemekte ya da zararlıymış gibi göstermekteyken; bir bölümü ise hekim olmadıkları halde kendilerine başvuran insanlara ilaç önerebilmektedirler. Resmi ya da özel hastanelerin psikiyatri polikliniklerine ve muayenehanelere bu yasadışı uygulamalardan zarar görmüş sayısız vatandaşımız başvurmaktadır.
Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Psikiyatri Derneği olarak son 10 yıldır ruh sağlığı alanında meslek tanımlarının yasal mevzuata girmesi konusunda sayısız girişimimiz olmuştur. Bu çabalarımızın sonucunda önce 1219 sayılı kanunda değişiklik yapılmıştır. Sonrasında sağlık meslek mensupları görev tanımlamaları ile ilgili yönetmelik yayımlanmıştır. Bu yasa ve yönetmelikte tanımlandığı şekilde ruh sağlığı çalışanları; psikiyatri hekimi, klinik psikolog, psikolog, sosyal hizmet uzmanı, psikolojik danışmanlardır. Ruh sağlığı ile ilgili sorun yaşayan kişiler nereye başvuracakları hususunda kararsızlık yaşamaktadır. Ruh sağlığı hizmeti bir ekip çalışması içerisinde yürütülmelidir.
Ruhsal sağlığı ile ilgili sorunu olan kişilerin önce psikiyatri hekimine gitmeleri gerekmektedir.
Ülkemizde rahatsızlıkları muayene etme ve tedavi yapma yetkisi yasalarla sadece hekimlere tanınmıştır. Bu nedenle yukarıda örneklerini verdiğimiz uygulamalar yasa dışıdır ve suçtur. Buna rağmen gerek Sağlık Bakanlığı gerekse il ve ilçeler düzeyinde Sağlık Müdürlüklerinin yetersiz denetimi nedeniyle bu tür şirketler çalışmalarını sürdürebilmekte, metro, belediye otobüsü gibi yerlerde ve web sitelerinde açıkça reklamlarını yapabilmektedirler.
Son yıllarda bir halk sağlığı sorunu olarak gördüğümüz, ruhsal sorunların ruh sağlığı ekibi dışında değerlendirilmesi ile ilgili sayısız hukuki ve idari girişimimiz olmuştur. 2014 yılında Mesleki Yeterlik Kurumu’na yapmış olduğumuz başvurularda da “yaşam koçluğu” diye meslek tanımlanmasının yaratacağı sorunlar tanımlanmış ve engellenmesi gerektiği belirtilmiştir.
Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Psikiyatri Derneği olarak yaşanan bu son olaydan sonra;
Ruhsal sorun ve rahatsızlığı olan vatandaşlarımızın ve aile yakınlarının yasa ve yönetmelikte tanımlanan ruh sağlığı çalışanları dışındaki kişilere başvurmaktan kaçınmaları,
Yazılı ve görsel basının, taşıdıkları sorumlulukların bilincinde olarak, ruhsal sorunların çözümünde ruh sağlığı çalışanları dışındaki kişilere programlarında yer vermekten ve dolaylı reklamlarını yapmaktan kaçınmaları,
Sağlık Bakanlığının ve diğer yetkili kurumların yasa dışı ve yetkisiz olarak çalışan bu tür kişilerin çalışmalarını önlemeleri, çalışanları tespit ederek gerekli yaptırımları uygulamaları,
konusunda kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğu duymaktayız.
Saygılarımızla,
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu
BY: admin
Duyurular & Haberler
Yorumlar:Yorum yapılmamış
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ 25 Kasım 2017 – Kadına Karşı Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü BASIN AÇIKLAMASI
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ
25 Kasım 2017 – Kadına Karşı Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü
BASIN AÇIKLAMASI
Mirabel kız kardeşler 25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyeti’nde
askeri diktatörlük tarafından cinsel saldırı ile katledildiler. 1981 yılında
Latin Amerikalı ve Karayipli feminist kadınların öncülüğünde bu gün Kadına
Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü olarak kabul
edildi; bu karar 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan
edildi. 1991 yılından beri 25 Kasım ile 10 Aralık İnsan Hakları Günü arasındaki
16 gün boyunca, cinsiyete dayalı şiddete karşı aktivizm kampanyaları
yürütülüyor. Türkiye’de ilk 25 Kasım etkinliği ise 1991 yılında Mor Çatı
tarafından gerçekleştirildi.
Kadına karşı şiddet; bir insan hakları ihlali ve suçtur. Hem yasada hem de
yasaların uygulanmasında kadınlara karşı ayrımcılığın ve kadınlarla erkekler
arasında süregiden eşitsizliklerin bir sonucudur. Toplumsal cinsiyet
eşitsizliğini daha da derinleştirerek kadınların güçlenmesini, barış içinde
güvenli ve sağlıklı yaşamalarını engeller.
Kadın ruh sağlığı, kadınların yaşamı çerçevesinde ele alınmalıdır. Kadınlar
“yaşama hakkı” başta olmak üzere temel insan haklarına eşit ölçüde
erişemedikleri sürece yeterli bir sağlıklılık düzeyine ulaşılamaz. Kadına karşı
erkek şiddetini anlamak, kadınlar ve erkekler arasındaki fiziksel, yasal ve
ekonomik güç eşitsizliklerini “muayene etmeyi” gerektirir.
Dünya Sağlık Örgütü, dünyada her üç kadından birinin hayatı boyunca fiziksel ya
da cinsel şiddete maruz kalacağını öngörüyor. Birleşmiş Milletler, toplumsal
cinsiyete dayalı şiddetin bir küresel salgın olduğunu duyurdu. Yoksul ve yaşlı
kadınlar, kız çocukları, ruhsal hastalığı olan, engelli ya da bir kurumda
kalan, etnik azınlık mensubu, seks işçisi, kadın ticareti trafiğine girmiş,
silahlı çatışma alanlarında bulunan, göçe zorlanmış ve mülteci kadınlar daha da
fazla şiddet riski altındalar.
19 yaşına dek, dünyada kadınların %30’u erkek arkadaşları veya kocaları
tarafından cinsel şiddete uğruyor. Orta yaşa gelindiğinde bu oran %40’a
ulaşıyor. Kadınlar genellikle aynı evde yaşadıkları ve sevdikleri birinden
şiddet görüyorlar. Küresel düzeyde, öldürülen kadınların %55’i yakın partneri
tarafından öldürülüyor. Şiddet görüp hayatta kalabilen kadınlar, daha fazla
akut ya da kronik fiziksel ve/veya ruhsal sağlık sorunu yaşıyorlar. Kadına
karşı şiddetin ayrıca aileler, mahalle, toplum ve ekonomi üzerinde de ikincil
olumsuz etkileri oluyor.
Şiddet piramidinin en tepesinde kadın cinayetleri, aşağıya doğru cinsel,
fiziksel ve sözel şiddet, mağduru suçlama, ayrımcılık, nesneleştirme/
insanlıktan çıkarma, katı geleneksel roller, tabanda ise ırkçı, cinsiyetçi,
homofobik, transfobik nefret dolu aşağılayıcı dil ve şakalar yer alıyor. Yani
masum gibi görünen şakalar ve fıkralar sonunda ölüme kadar gidebilen yolun ilk
basamakları, şiddete neden olan zemini oluşturabiliyor.
Diliniz bir silah haline gelebilir!
Erken
yaşta, zorla evlendirilme cinsel şiddet için risk etkeni ve Türkiye’de 16-18
yaşta annelik ya da gebelik oranı %8,5; yani çocuk yaşta evlilik oranı en az
%8,5 (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması, 2013). 25-49 yaş grubunda 18 yaş altı evlilik oranı %22; 15 yaş altı evlilik oranı %4. Erken yaşta evlendirilen kız çocukları, genellikle en yoksul ve az eğitimli olanlar. Türkiye’de evli kadınların %30’u evlilik içinde zorla cinsel ilişkinin yasadışı olduğunu bilmiyor. Ensest ‘aile sırrı’ olarak kabul ediliyor, utanma nedeniyle saklanıyor. Türkiye’de ensest uygulayanların yarısını öz babalar oluşturuyor. Her on kadından birinin gebelik döneminde şiddete uğradığı bildiriliyor. 2017’nin ilk on ayında erkekler 238 kadın ve 4 kız çocuğunu öldürdü. 14’ü mülteci kadınlardı. Cinayetlerin %26’sı adliye önü, okul çıkışı, otobüs durağı, sokak ortası gibi kamusal alanlarda yaşandı buna rağmen şiddetle ilgili resmi verilere hala ulaşılamıyor. |
Şiddet kaçınılmaz değil, engellenebilir ve özellikle kız çocuklarının
hayatları için çok önemli. Ancak kadına karşı şiddetin tek bir nedeni yok.
Medya ve reklamcılık, kadına karşı şiddetle ilgili sıklıkla kabul edilebilir
bir tablo çiziyor, şiddeti pornografik hale getirip yeniden üretebiliyor. Din,
kadına karşı erkek şiddetini “akla uygun” hale getirmek için kullanılabiliyor.
Bütün kültürlerde, kadınların cinsel şekillenmelerine egemen olan kültürel ve
dinsel yapılanmanın; sessizlik, suskunluk ve sır olarak saklamakla ilişkili bir
‘utanç söylemi’ olduğu bildiriliyor. Devletler kadına yönelik şiddeti önlemede
uluslararası sözleşmelerin gereklerini yerine getirmiyor. Bu nedenle önleme
stratejileri de uzun süreli ve kalıcı etkiler elde etmek üzere bütüncül olmalı.
Birçok sektör, taraf ve paydaşın elini taşın altına koyması gerekir. Toplumsal
cinsiyet eşitliğini sağlamak üzere kampanyaların, okullarda öğretmen ve
öğrencilere yönelik kapsamlı eğitimlerin, ekonomik güçlendirme ve gelir desteği
gibi girişimlerin şiddeti engellediğine dair gün geçtikçe daha fazla kanıt
birikiyor.
Dünya Psikiyatri Birliği, 2014-2017 Eylem Planında cinsel şiddet ve yakın
partner şiddetine öncelik verdi; bu konuda bir tutum belgesi ve eğitim
müfredatı hazırladı. Psikiyatrik hastaların en az %30’unun yakın partner
şiddeti veya cinsel şiddete maruz kaldığı bildiriliyor. Cinsel şiddet ve yakın
partner şiddeti, kadın ruh sağlığı için merkezi önemde olmasına rağmen,
kadınların sadece onda biri resmi bildirimde bulunabiliyor. Sağlık çalışanları
tarafından yeterince sorgulanmıyor; bu da tanı, tedavi ve rehabilitasyon
süreçlerini etkiliyor. Psikiyatristlerin %60’ı bu konuda bilgisinin eksik
olduğunu, daha fazla eğitime ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Dünya Psikiyatri
Birliği’nin 2017-2020 Eylem Planında da zorluk yaşayan kadın ve kız
çocuklarının ruh sağlığının iyileştirilmesi yine öncelikler arasında. Birleşmiş
Milletler Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri’ nde (2015) kız çocukları ve
kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın sona erdirilmesi taahhüdü yer almakta.
Dünya Psikiyatri Birliği’nin kuruluşundan (1950) bu yana ikinci kadın başkanı
Prof. Helen Herrman da üye derneklerle dezavantajlı bölgeler ve yerleşimlerde
bu konuda çalışılacağını belirtmekte.
KADIN RUH SAĞLIĞI ALANINDA ÇALIŞAN UZMANLAR OLARAK ÖNERİLERİMİZ:
– Kadın cinayeti davalarında cinayetleri teşvik edici unsur haline gelen
“haksız tahrik”, “iyi hal” gibi indirimler uygulanmamalıdır.
– Tecavüzcü/ çocuk istismarcılarına mağdurla evlenmeleri halinde ceza indirimi
uygulanmasını öngören akıldışı, çağdışı yaklaşımlardan; ‘hadım’ gibi tıbbi etik
açıdan sorunlu uygulamalardan uzak durulmalıdır.
– Müftülere resmi nikah kıyma yetkisi veren yasal düzenlemeler çocuk cinsel
istismarının açığa çıkmasını engelleyeceği, erken yaşta zorla evlilikleri
kolaylaştıracağı, çoklu evliliklerin yolunu açabileceği için geri çekilmelidir.
– Kriz sonrası ve uzun dönemde kolayca başvurulabilecek merkezler ve
sığınaklar, kadının güçlenme süreci için önemli sosyal destek kaynakları
olduğu için yaygınlaştırılmalıdır. Olağanüstü Hal koşulları gerekçe
gösterilerek kapatılan, kadınların şiddete uğradıklarında başvurabildikleri
kadın danışma/ dayanışma merkezleri, yerel yönetimlerin kadın birimleri yeniden
açılmalıdır. Deneyim paylaşımına, çalışma ilkelerinin tartışılıp
geliştirilmesine alan açan ulusal ve küresel dayanışma ağları desteklenmelidir.
– Aileyi korumak amacıyla boşanmayı zorlaştıran yaklaşımlar, kadına yönelik
şiddet suçlarının üstünü örterek ‘görünmez’ olmasına neden olur. Bu suçlarda
‘arabuluculuk’ uygulaması sakıncalı ve imzacı olunan uluslararası sözleşmelerin
ruhuna terstir.
– Cinsel normlar ve mitlerle ilgili konuşulmasını teşvik eden psikososyal
çalışmalar yapılmalıdır. Cinsel şiddetin utanç, sessizlik, suskunluk sarmalında
sır olarak saklanmasıyla mücadele edilmelidir.
– Cinsel şiddet yaşayanlar, bütün sağlık ortamlarında ücretsiz olarak
psikososyal sağlık hizmetlerine ve hukuksal desteğe erişebilmelidir.
– Cinsel şiddetin önlenmesi, olduğunda tanınması, cezasızlıkla sonuçlanmaması
için okul, kampüs, meslek odası, sendika, vb kurumlarda tutum belgeleri hazırlanmalı, kamusal
olan ve olmayan bütün kurum ve kuruluşlar bu konuda işbirliği içinde
çalışmalıdır.
Sonuç olarak, Türkiye’de kadınlar bugünlerde kazanılmış haklarının geri alınma
tehlikesini yaşıyorlar. İmzalanan Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi (Birleşmiş Milletler, CEDAW) ve kadına yönelik şiddet ve
toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıkla mücadelede alanındaki en yeni ve
kapsamlı metin olan İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası
sözleşmelerin gereklerine uyulmalı, bu alanda çalışan kadın örgütleri,
meslek odaları ve uzmanlık derneklerinin uzun yıllardır biriktirdikleri bilgi
ve deneyimlerden yararlanılmalıdır.
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ
KADIN RUH SAĞLIĞI ÇALIŞMA BİRİMİ
- 1
- 2