BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

CİNSEL HAKLAR BİLDİRGESİ

(*) : 10 – 15 Temmuz 2005 tarihlerinde Montreal – Kanada’da yapılan 17.Dünya Seksoloji Kongresi’nde sunulmuş ve kabul edilmiştir

Cinsellik her insanın kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Cinselliğin tam olarak gelişimi temas, mahremiyet, duygusal ifade, zevk, şefkat, aşk gibi temel insan ihtiyaçlarının doyumuna bağlıdır.

Cinsellik birey ile sosyal yapılar arasındaki etkileşim aracılığıyla oluşur. Cinselliğin tam gelişimi bireysel, kişilerarası ve toplumsal mutluluk/iyilik için temel gereklerden biridir.

Cinsel haklar özgürlüğe, onura ve her bir insanoğlunun eşitliğine dayalı evrensel insan haklarıdır. Sağlık ana insan haklarından biri olduğuna göre cinsel sağlık da temel bir insan hakkı olmalıdır.

Bireylerin ve toplumların cinsel sağlıklarının gelişiminin temini için aşağıdaki cinsel haklar tanınmalı, teşvik edilmeli, saygı gösterilmeli ve toplumlar tarafından savunulmalıdır. Cinsel sağlık bu cinsel hakların tanındığı, saygı duyulduğu ve uygulandığı ortamlarda mümkündür.

  1. Cinsel özgürlük hakkı. Cinsel özgürlük bireylerin tüm cinsel potansiyellerini ifade etmelerine olanak verir. Ancak her çesit cinsel zorlama, istismar ve taciz yaşamın her anı ve durumunda bu özgürlüğün dışındadır.
  2. Cinsel otonomi, cinsel bütünlük ve vücudunun güvenliği hakkı. Bu hak kişinin kendi kişisel ve sosyal etiği çerçevesinde kendi cinsel hayatıyla ilgili kendi kendine karar verebilme gücünü içerir. Ayrıca işkence, yaralama ve her çeşit şiddetten arınmış olarak vücudumuzu kontrol etmemize ve zevk almamıza olanak verir.
  3. Cinsel mahremiyet hakkı. Bu madde başkalarının cinsel haklarına müdahale edilmediği sürece yakınlaşma konusunda bireysel karar verme ve davranma hakkını içerir.
  4. Cinsel eşitlik hakkı. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, ırk, sosyal sınıf, din veya fiziksel ve zihinsel engel gözetilmeden hiçbir ayırıma maruz kalmama hakkıdır.
  5. Cinsel zevk hakkı. Cinsel zevk, otoerotizm dahil olmak üzere, fiziksel, psikolojik, akli ve ruhsal refah kaynağıdır.
  6. Duygusal cinsel ifade hakkı. Cinsel zevk erotik haz ve cinsel eylemlerden daha fazlasıdır. Bireylerin cinselliklerini iletişim, dokunma, duygusal ifade ve aşk aracılığıyla ifade etme hakları vardır.
  7. Özgürce cinsellik içeren ilişki kurma hakkı. Bunun anlamı evlenme ya da evlenmeme, boşanma ve başka çeşitli sağduyulu cinsellik içeren ilişkiler kurabilme ihtimalinin olmasıdır.
  8. Özgür ve sağduyulu üreme seçimi yapma hakkı. Bu madde çocuk sahibi olma veya olmamayı seçme hakkını, çocuk sayısına ve ne kadar aralıkla olacağına karar verme hakkını ve doğurganlık düzenlemeleriyle ilgili tüm tedavilere tam erişim hakkını içerir.
  9. Bilimsel araştırmaya dayalı cinsel bilgi edinme hakkı. Bu hak cinsel bilginin bilimsel açıdan etik araştırmalar sonucu elde edilmiş olması ve bütün sosyal seviyelerdeki kişilere uygun şekilde yayılması gerektiğini ifade ediyor.
  10. Kapsamlı cinsellik eğitimi hakkı. Bu doğumdan başlayarak yaşam boyu devam eden bir süreçtir ve bütün sosyal kurumları kapsamalıdır.
  11. Cinsel sağlık bakımı hakkı. Cinsel sağlık bakımı tüm cinsel endişe, sorun ve hastalıkların engellenmesi ve tedavisinde mevcut ve ulaşılabilir olmalıdır.

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

CİNSEL FANTEZİLER… DÜŞ GÜCÜNÜZE SANSÜR KOYMAYIN

? Fantezisi olmayanın cinselliği kısa sürüyor. Cinsellik potansiyelinizin artması için düş gücünüze sansür koymayın.

? Cinsel fantezilerin var olabilmesi ve zenginliği kaçınılmaz olarak cinsel

tabularla ters düşüyor.

? Cinsel tabular ne kadar azsa haz alabilecek şeyler de o kadar artıyor.

? Değişik çağlarda, değişik toplumlarda hep bir takım yasaklarla çevrilen kadın cinselliğinde fantezilerden duyulabilecek haz ile suçluluk duyguları at başı gidiyor.

? Kadınlar sadece cinsel davranışlardan değil, fantezilerinden bile suçluluk duyuyorlar. Hatta, cinsel fantezileri varsa bunların “cinsel sapkınlık” olup olmadığını merak ediyorlar, kendilerini suçluyorlar.

? Uzmanlar, fantezileri cinsel yaşamı renklendiren, kişiye özel kılan, değişkenlik kazandıran yaratıcı motifler olarak tanımlıyorlar. Fantezilerin sürekli bir partneri olan veya olmayan kadınların cinsel yaşamını monotonluktan, sıradanlıktan uzaklaştırıp, zenginleştirdiğine dikkat çekiyorlar.

? Cinsel fantezinin içeriği ne olursa olsun kimseye zararı yok. Kurulan fanteziyi gerçekten yaşamak istemek de gerekmiyor.

? Cinsel fanteziler kişiye özel ve her zaman cinsel eşle paylaşmak gerekmiyor. Bazı kadınlar, cinsel fantezileri bir ihanet gibi yaşarken, bazı kadınlar da eşlerinin cinsel fantezilerini bir dışlanma olarak yaşayabiliyorlar.

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist &  Psikoterapist

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 (242) 316 98 99

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

psikiyatristsevilay.zorluiiHYPERLINK “mailto:[email protected]”@facebook.com

twitter/ Dr.SevilayZorlu

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

BAĞIŞLAYIN Ve UNUTUN

Bazı insanlar, bazen bir saatliğine, bezen de bir ömür boyu yaşamlarımızı istila eder. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi bizi acı anılarla yüzüstü bırakıp, onları bir daha göremeyeceğimiz bir yere çeker giderler ya da yüzlerini bir takım maskelerin ardına gizleyerek kısmen görünmez olurlar. Gerçek oldukları sadece bir zaman dilimiyle sınırlanan bu insanlar görünmez olmuşlardır artık. Şu an gördüğümüz, dokunduğumuz, yüzleri ve isimleri olan insanlardan ise daha az gerçek değillerdir. Sadece bu insanlara dokunmamız ve onları bağışlamamız zordur.

Bize zarar veren, istediklerimizi veya gereksinim duyduklarımızı bizden esirgeyen insanlardan nefret etme eğilimimiz vardır. Bizi mağdur eden insanlardan nefret ederiz. Mağdur olduğumuz zaman zayıf ve güçsüz olduğumuz için kendimizden nefret ederiz. Adaletsizlik kavramından nefret ederiz, çünkü kendimizi ümitsiz ve kontrolsüz hissetmemize neden olur. Kusursuz olamadığımız gerçeğinden ve hayattaki çaresizliğimizden nefret ederiz. Başkalarından nefret ederek başlar,bize zarr vermelerine izin verdiğimiz için kendimizden nefret ederek bitiririz. Nefretin yaygınlaşması, her tarafı sarması, kısır ve benliği yıkıcı bir döngü oluşturması çok büyük bir sorundur. Nefret kabullenmenin tam tersidir. Bir başkasına duyulan nefret ne kadar haklı olursa olsun, nefret bizim bir parçamızdır ve sonunda aleyhimize döner, ruhumuzu ve özsaygımızı yok eder. İçimizde nefret olunca kendimizi koşulsuz sevmek zordur. Nefret, elma sepetindeki çükurük elmaya benzer. Onu sepetten çıkarmazsanız sepetteki bütün elmaları çürütür. Kullanamadığımız duygu bize zarar verir. Zamanla biz verdiği rahatsızlığın ağırlığını daha fazla ve derinden hissetmeye başlarız.

Nefretle başa çıkmanın en iyi yolu öfkeyi çözümlemek, ihtiyaçları karşılamak ve acıyı kabul etmektir. Nefret ettiğinizi kabul edin ve bu nefretten kurtulmaya çalışın. Zaman ve enerjinizi nefretinizi haklı çıkarmak veya nefret ettiğinizi reddetmek için harcamayın ve nefretinizle ilgili destek aramayın çünkü büyük ihtimalle bulursunuz. Bir durumdan ya da birisinden nefret etmek onu asla değiştirmez, ama sizi yıkıcı bir şekilde değiştirir. Nefret ettiğinize odaklanmayı bırakın ve dikkatinizi bir başka noktada toplayın. Nefreti oluşturan diğer duyguları araştırın. Nefretinizle ilgili üzüntüyü, kızgınlığı ve korkuyu algılayın. Bu duyguları kabul edin ama onları kontrol etmeye çalışmayın. Unutmayın, duygularınızı, denetleyemezsiniz, ama onları nasıl düşünerek ifade ettiğinizi veya duygularınız sonucu nasıl davrandığınızı kontrol edebilirsiniz.

Nefretiniz sizi üzüyorsa, ağlayın, eksikliğini çektiğiniz şeyin yasını tutun ve bırakın acınız geçsin. Eğer ilgilenirseniz geçer.

Öfkeniz konusunda da aynı şeyi yapın- bağırın, zıplayın, yazın, kızgınlığınızı, duygularınızı olumsuz davranışlar yapmadan dışa vurmanız konusunda sizi cesaretlendiren, tarafsız ve destekleyici birisiyle paylaşın. Diğer tüm duygular gibi kızgınlığı da kabul edip, oluruna bırakırsanız geçer. Kızgınlık, üzüntü, korkuya ihtiyaç duymuyorsanız, nefret etmek olanaksızlaşır. Duygu ve gereksinimlerinizle ilgilendikten sonra nefret edecek ne kalabilir ki? Bir insandan olduğu haliyle nefret ediyorsanız, o zaman yargılayıcı davranışlarda bulunuyorsunuz demektir. Sizin haklı onun haksız olduğunu, sizin iyi onun kötü olduğunu, sizin bildiğinizi onun bilmediğini söylüyorsunuz demektir.

Batı modelinin temeli; sınırlar, eleştiri alıngan,daha bireyselleşmiş değerlerdir. Kusursuzluğa ulaşabileceğimiz ve diğerleriyle rekabet içinde olduğumuz varsayımlarına sahiptir. Doğu modeli; olma modeli, varsayımlarda bulunmaz, kabullenme önemlidir. Biz neysek oyuz ve başkaları da neyse odur. Biz sadece kendimizden sorumluyuz. Kendimiz dışında hiçbir şeyi kontrol edemeyiz, ama nefret etmeyi bırakmayı seçebiliriz. Biz onlardan nefret etsek de etmesek de başkaları değişmez. Bu dünyada daima acı, adaletsizlik ve eşitsizlilik olacaktır. Nefret zaten yıkımla dolu bir dünyada daha çok olumsuzluk ekler. Kabullenmek ve nefretten uzak durmak tüm bu olumsuzluluğu değiştiremez, ama bizim dünyamızı değiştirir.

Pek çok kişi, bağışlayıcılıkla uzlaşma arasındaki farkı anlamada güçlük çeker. Harici direnci karşılamada başarısız olur, zira karşısındakine yine teslim olmak gerektiğini, aksi takdirde bağışlayıcı olmayacağını hisseder. Bir kez daha sınırlarını bir kenara bırakıp karşısındakine yeniden kendisini incitme gücü vermekten kaygılanır.

Bağışlayıcılık, yüreğimizle yaptığımız bir şeydir; birisini bize olan borcundan dolayı azat ederiz. Kişinin borcunu sileriz; artık bize borcu yoktur. Artık onu suçlamayız. O, arınmıştır. Bağışlayıcılık için bir tek taraf gereklidir: ben. Bana borcu olan kişinin, benim bağışlamamı istemesi gerekmez. Benim yüreğimdeki bir lütuf meselesidir.

BAĞIŞLAYICI OLAMAMAK

Bağışlamak çok zordur. Birisinin size ‘’borçlu’’ olduğu bir şeyden vazgeçmek demektir. Bağışlamak geçmişten; sizi inciten ve istismar edenden kurtulmaktır. Bir borç gündeme geldiğinde, insanlar sizin mülkünüzün üzerinden izinsiz geçtiklerinde, gerçek ‘’borçlanma’’ ortaya çıkar ruhumuzun ‘’defterlerinde’’ kimin ne borcu bulunduğu muhasebesini tutarsınız. Anneniz sizi denetlemiştir ve size, doğrusunu yapma borcu bulunur. Eğer siz ‘’ yasalara uymakta’’ iseniz, bu borçları onlardan tahsil etmeye güdülenmişsinizdir.

Borçların tahsil edilmesi çabası, pek çok şekle bürünebilir. Size ödemede bulunmalarına yardımcı olmak üzere onları hoşnut etmeye çalışabiliriz. Eğer biraz daha fazla şey yapacak olursanız, onların faturalarını ödeyeceklerini ve size borçlanmış oldukları sevgiyi vereceklerini sanırsınız. Onlarla yeteri kadar yüzleşirseniz, hatalı yönlerini göreceklerini ve bunu düzelteceklerini düşünebilirsiniz.

Yeteri kadar insanı, sizin ne kötü şeyler geçirdiğinize ve anne babanızın ne kadar kötü olduğuna inandırırsanız, bunun bir şekilde hesabı kapatacağını düşünebilirsiniz. Başka birinden ya da onlardan bunun ‘’ acısını çıkarır’’ , durumu eşitlemek için onların size işlediği günahı başkası üzerinde tekrarlayabilirsiniz. Kurbanın saldırgana dönüşmesi gibi.

Onları ne kadar kötü oldukları hususunda ikna etmeye çalışmayı sürdürebilirsiniz. Sanırsanız ki sadece anlasalar, daha iyisini yaparlar. Borçlarını öderler. İşlerin hallolması isteminin yanlış bir yönü yoktur. Sorun, işlerin bir tek şekilde çözümlenebileceğidir: şükretmekle ve bağışlayıcılıkla. Göze göz ve dişe diş, yürümez. Hatalı olan asla geri alınmaz. Sadece bağışlanabilir; böylelikle güçsüz kılınabilir.

Bağışlamak, silmek demektir. Vazgeçmek. Hesabı yırtmak. Hesabı, ‘’iptal etmek’’ tir. Bağışlamak, birinin bize olan borcunu ondan asla tahsil etmemek demektir. Ve hoşlanmadığımız da budur, zira bu; asla olmayacak bir şey için yas tutmaktır, geçmiş, asla farklı olmayacaktır. Bazıları için bunun anlamı, hiç yaşanmamış çocukluk için yas tutmaktır. Başkası için farklı anlam ifade eder; ancak talebe sıkı sıkıya tutunmak, bağışlamazlık içinde kalmaktır, bu da kendimize yapabileceğimiz en tahripkar harekettir.
Bağışlayıcılık ve ilişkilerde sınır koymadan istismara açık olmak, aynı şeyler değildir. Bağışlayıcılık, geçmişle ilgilidir. Uzlaşma ve sınırlar, gelecekle ilgilidir. Birisi tövbe edip yeniden güvenilirlikle davet edilene kadar sınırlamalar, bizi korur. Ve eğer günah işlerse, yine bağışlarım; defalarca. Ancak ben yeniden beni dürüstçe hüsrana uğrattığını kabul eden insanlarla bir arada olmak isterim. Sahtekarca beni incittiklerini inkar eden ve daha iyi olmaya hiç çaba göstermeyenle değil. Bu hem ben, hem de onlar için tahripkar olur. Eğer insanlar günahlarını sahipleniyorsa, başarısızlıktan ders alıyorlar demektir. Bunu kabullenebiliriz. Daha iyi olmak istemektedirler ve bağışlayıcılık da buna yardımcı olur. Ancak birisi bir şeyi yadsımaktaysa veya sadece daha iyi olmaya çalışması lafta kalıyorsa, değişiklikler yapmaya çalışmıyor veya yardım istemiyorsa, onları bağışlasam bile incinmelere kşı kendimi korumam gerekir. Bağışlayıcılık bana sınırlar verir; çünkü beni incitici kişiden kurtarır ve ancak o zaman ben de sorumlulukla ve akıllıca davranabilirim. Eğer onları bağışlamıyorsam, onlarla hala tahripkar bir ilişki içinde olurum. Ödenmiş bir hesap peşinde koşmayın, bırakın gitsin. Bağışlayıcı olmamak, sınırları tahrip eder. Bağışlayıcılık onları yaratır; zira ödenmemiş borçları mülkünüzün dışında tutar. Son bir şeyi hatırlayın; bağışlayıcılık, yadsıma değildir. Onu bağışlayabilmek için, karşınızdaki günahı bilmeniz gerekir. Geçmişte kalmanızı isteyen, asla gerçekleşmeyecek şeyleri bir araya toplamaya çalışan dirence dikkat edin.
Sizi inciten birini bağışladığınızda ne yaparsınız? Neler olur? Bağışlamak ne zaman gereklidir? Bağışladıktan sonra neler olur? Bağışlamak size neler kazandırır? Bağışlamak nedir?

Hepimiz bir hatanın neden olduğu öfke duygusunun, kişinin sadece belleği değil, aynı zamanda tüm sistemi için zehirleyici özelliği çok yüksek olan bir toksin olduğunu biliyoruz. Bu, incinmiş bireylerin yaşamları kadar, ırkların, ulusların, ailelerin ve arkadaşların da yaşamlarını zehirler. Öfke, zamanla kine dönüşür, kin intikam duygusunu besler ve intikam duygusu da insanları çıldırtır. Bu duygu kardeşi kardeşe, insanı insana düşürür. En önemlisi de, incinmiş bir insanın kendisiyle çelişkiye düşmesine ve acısıyla baş başa kalmasına neden olur.

Size yapılan ve unutamadığınız kötülüklere karşı duyduğunuz öfkeden kurtulmanın en iyi yolunun mucizevi ve gizemli bir şekilde; bu hatayı işleyen kişiyi bağışlamak olduğunu biliyoruz. Sadece kendimizi iyileştirebileceğimiz zaman, bizi yaralayan kişiyle aramızda olanları iyileştirmek mümkündür.

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU
Psikiyatrist & Psikoterapist

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Anneliğin Bir Kadına Kattıkları

Bir kadın için anne olmak yaşam boyu deneyimlenen en büyük değişimdir. Yaşamda karşılaştığımız her büyük değişiklik gibi anne olmak da fikir ve inanışlarımızda, yakınlarımızla ilişkilerimizde ve kendimizde belirli etkiler yaratır. Bunun dışında, hormonal değişimler ve hamilelikle başlayan bedensel farklılaşma da bir kadının kimlik algısını çeşitli şekillerde etkiler.  Anne olmakla beraber gelen tüm bu değişimler, çocuksuz bir kadının çocuklu bir kadın olmasıyla yaşadığı muhteşem dönüşümü anlatır.

Farkındalıklarınız artar…

Fikir ve inanışlarınızdaki değişim hamilelik, doğum süreci ve annelik yolculuğu boyunca devam eder. Bir kadın hamile kaldığında hamilelik süreci ve çocuk sahibi olmakla ilgili fikirlerini yeniden değerlendirmeye başlar. Ailesinden, arkadaşlarından ve profesyonellerden edindiği bilgileri birleştirir. Amaç, bebeğinin kendisi için anlamını keşfetmek ve hamilelik sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlamaktır.  Zaman ilerledikçe de çocuk yetiştirme, çocuk gelişimi ve iyi bir anne çocuk ilişkisi kurmanın yolları gibi konular odak noktanız olmaya başlar.  Artık öğrendiklerinizi uygulamaya dökme ve çocuğunuzla yaşadığınız güzel deneyimlerden keyif alma zamanıdır. Dışarıdan edindiğiniz her yeni bilgi ve çocuğunuzla olan ilişkinizden öğrendiğiniz her yeni şey, önceden sahip olduğunuz fikir ve inanışlarınıza etki eder. Bazen eski fikirlerinizi tamamen yanlış olduğunu görür onları bırakırsınız, bazen de eski düşüncelerinizin doğru taraflarını fark eder üzerine şimdiki bilgilerinizi ekleyerek yeni yaklaşımlar oluşturursunuz. Annelik, özellikle hamilelik sürecinde, kişisel fikir ve inanışların gözden geçirilmesine neden olduğu için birçok kadının kendini daha iyi tanımasına yardımcı olan ve kişisel farkındalığı arttıran bir deneyimdir.

 

Bağımsız bir birey olmanızı sağlar!

Anne olmanın getirdiği kazanımlardan bir diğeri de kendi anne babanızdan bağımsız bir birey olduğunuzu daha önceden hiç yaşamadığınız bir şekilde yaşama fırsatı sunmasıdır. Anneliğe geçiş yapan bir kadının bir çocuğa annelik yapmaya yeterli olduğunu hissedebilmesi çok önemlidir. Bunu hissedebilmesi için de kendi anne babasından bağımsızlaşmayı başarması gerekir. Burada bağımsızlaşma derken kastedilen şey tamamen tek başına olmak ya da yalnız kalmak demek değildir. Bağımsızlaşma kişinin, başkalarıyla yakın ve duygusal bağ kurabiliyor ve bundan keyif alıyor olmasının yanında kendinden sorumlu olabilmesi, başkalarından bağımsız şekilde kendi kararını verebilmesi ve kendine güçlü şekilde inanması demektir. Çoğu insan ebeveyninden bağımsız bir birey oluşunu en çok kendisi anne baba olduğunda deneyimler.  Ne kadar başarılı, kendi ayakları üzerinde durabilen, uzun zamandır evli ve bağımsız bir insan olursanız olun bir çocuk sahibi olmadan önce, anne babanızla ilişkinizde kendinizi yeterince ortaya koyma fırsatınız olmayabilir.  Bir çocuğunuz olduğunda ise iş başında olan ve sorumluluğu taşıyan taraf artık sizsinizdir.  Annelik rolünü almanız benlik gelişiminiz adına çok büyük bir adımdır.

 

Daha net kararlar alırsınız!

Anne olmak bir kadının içindeki güçlü ve duyarlı kadını ortaya çıkarır. Anne olmak pek çok kadın için çocuğuna en iyisini verebilme konusunda güçlü bir motivasyon oluşturur. İşte bu anneliğin kutlanması gereken en önemli boyutudur. Annelik motivasyonu tüm yaşamınıza yansıyan, hayata dört elle tutunmanızı teşvik eden daha önceden belki de hiç deneyimlemediğiniz oldukça güçlü bir duygudur. Bir çocuk yetiştirmenin, ona iyiyi ve doğruyu göstermenin, kendisi adına doğru seçimler yapabilmesi ve hayatta başarılı olabilmesi için ona destek olmanın yaşamınıza kattığı anlam, çocuksuz bir kadınken yaşanması pek de mümkün olmayan bir tatmindir. Anne olmak bir kadının hayata karşı duruşunu çoğu zaman daha sağlam yapar. Mesela, iş hayatında kalmak ya da çalışmamayı seçmek gibi yaşamı her yönüyle etkileyen önemli kararlarda anne olmuş bir kadın daha nettir. İçinde bulunulan şartlar dahilinde çocuğunun maddi ihtiyaçlarının öncelikli olduğunu düşünen pek çok anne kariyerine emin adımlarla devam eder. Farklı şartlardaki bir çocuk için ise annenin çocuğun yanında kalması maddi ihtiyaçlardan daha önemli olabilir. O zaman da çoğu anne, çekinmeden çocuğunun yanında olabileceği şekilde hayatını yeniden düzenler. Elbette ki her seçimde anne, çocuğun ihtiyaçlarıyla kendininkileri dengeleyebilmeli, kendi isteklerini asla ikinci planda bırakmamalıdır. İyi bir çocuk yetiştirmek de hayattaki her şey gibi dengelerin iyi kurulması ile mümkündür. Kendini tamamen çocuğuna adamış, kendi ihtiyaçlarını görmezden gelen bir kadının da mutlu olması ve çocuğuna en iyisini verebilmesi mümkün değildir.  Çocuk sahibi olduktan sonra hayatındaki ihtiyaçlar dengesini iyi şekilde oturtmuş pek çok kadının hayata karşı daha güvenli, adımlarını daha sağlam atan, özgüveni ve kendisine verdiği değer daha yüksek kadınlar olduğu görülür. Bu durum, anneliğin kadınlara hem içgüdüsel olarak getirdiği hem de annelik yolcuğu boyunca deneyimlerle kazandırdığı yepyeni bir özelliktir.

 

Duygularınız yoğunlaşır…

Anne olmak, bir kadının hayata karşı sağlam ve kararlı durmasını teşvik ederken kendine özgü bir hassasiyet, yumuşak kalplilik ve içtenliği de beraberinde getirir. Anne olduktan sonra duygularını daha yoğun şekilde yaşamaya başlayan pek çok kadın görürüz. Annelik bir kadının manevi dünyasını zenginleştiren, duygularının daha iyi farkına varmasına ve daha kolay paylaşabilmesine yardımcı olan bir süreçtir. Anne olmakla birlikte bir kadın sadece kendi çocuğunun değil çevresindeki başka kimselerin de iç dünyalarını algılamaya daha hazır ve yeterli hale gelir. Anne olmuş pek çok kadının ilişkilerinde paylaşıma daha açık, daha olumlu ve daha anlayışlı olduğu gözlemlenir. İnsan ilişkilerinde kaliteyi arttıran bu özellikler, anne olmuş kadınların çoğu zaman daha tatmin edici ve daha keyifli bir yaşam sürmelerini sağlar. Anne olmuş kadınların sadece çevresindeki diğer bireylerle değil içinde bulunduğu toplumun geneliyle ilgili duyarlılığı da artar. Toplumsal kötüye gidişler ya da yanlış politikalar karşısında aslında en büyük değişim potansiyeline sahip grup annelerdir. Çocuğu için daha iyisini isteme şeklinde ifade bulan anneliğe özgü duyarlılık, zamanla anne olmuş kadının kimliğini oluşturan genel bir iyiye yönelme eğilimine dönüşür.  İşte bu da anneleri, toplum içinde iyiye doğru değişimin başrol oyuncusu yapar.

 

Çocuğunuzla yaşayacağınız her an “özeldir”

Anne olmanın en büyük kazanımı elbette ki annenin çocuğuyla yaşadığı paylaşımdır. Anne ve çocuk arasında kurulan güçlü, pozitif ve güvenli bağ her iki taraf için yaşam boyu sürecek ilgi, sevgi, destek, şefkat ve eğlence dolu paylaşımın ilk adımıdır. Birçok kadın hamile olduğunu öğrenir öğrenmez bebeğiyle içsel bir bağ kurduğunu söylemektedir. Bazı kadınlar içinse bebekle olan bağı hissedebilmek için bebeğin dünyaya gelmesi gerekmektedir. Aslında bu bağın hangi aşamada oluştuğunun çok önemi yoktur. Anne ve çocuk arasındaki ilişki günden güne ilerleyen ve her aşamasında farklı güzelliklerin yaşandığı çok özel bir süreçtir. Özellikle ilk 3 yaşta, günlük bakım aktivelerini yaparken çoğu annenin çocuğunu yüzlerce kez öptüğü, onunla onlarca kez karşılıklı sözel iletişime girdiği, bebeğine pek çok kez şarkı ya da ninni söylediği bilinmektedir.  İşte anne ve bebek arasındaki kurulan bu içten etkileşimler çocuk sahibi olmanın temelinde yatan gizli hazinedir. Anne ve çocuk gün içinde paylaşıma dayalı, sevgi dolu zamanlar yaşadıkça içsel olarak mutlu hissetmeye başlarlar. Kurulan bu olumlu, yakın sosyal ilişkiler iki tarafın birbirini tanımasına yardımcı olur.  Birbirlerini neyin eğlendirdiğini, neyin sakinleştirdiğini, neyin mutlu ettiğini ve neyin üzdüğünü öğrenirler. Erken çocukluk döneminde ilişkide verici taraf olma sorumluluğu annede olsa da ilerleyen zamanda çocuk da annenin hem duygusal hem sosyal beklentilerini karşılamak için pek çok şey yapar. Anne ve çocuğun dönüşümlü olarak birbirinin istek ve ihtiyaçlarına cevap verme şeklinde devam eden sevgi oyunu yaşam boyu sürer.

 

Öncelikleriniz değişir…

Anne olan bir kadının hayatındaki pek çok öncelik değişmiştir. Mesela, çocuksuz bir kadınken arkadaşlarınızla dışarı çıkmak en keyif aldığınız şeylerden biri olabilir ama anne olduğunuzda rahat ve güvenli ev ortamında buluşmayı daha çok tercih etmeye başlarsınız.  Çocuksuz bir kadınken bazı günler öğünleri geçiştirebilirsiniz ama bir çocuğunuz olduğunda evde her gün sağlıklı yemeklerin pişiyor olması bir zorunluluk haline gelir. Elbette ki çocukla birlikte değişen önceliklere uyum sağlamak ve annelik rolünü kabul etmek zaman zaman tüm anneleri zorlayabilir. Yine de çok az anne vardır ki çocuğunun gülümsemesi ya da neşeli bir bakışını başka bir şeyle değişmek istesin. Bir kadını baştan sona değiştiren annelik deneyimini yaşayan tüm kadınların anneler günü kutlu olsun…

 

Uzman Psikolog Sinem Olcay Kademoğlu

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

Aile İlişkileri Açısından ‘GÖÇ’

Göç olayina özellikle çocuklar açisindan bakildiginda bebeklerin   yirmi aydan itibaren herhangi bir ev ile yasadigi yuvasi olan evin farkini anladigi bilinmektedir. Bebek için evi annesinin kollari ve onun verebilecegi sicaklik, destek, güvenlik demektir. Bebek etrafi tanimaya çalisirken anne evin merkezi haline gelir ve sik sik anneye dönme gereksimi duyar. Çocuklarin hayat tecrübeleri için yasadiklari emniyetli bir dünyanin güven vermesi gelecekteki gelisen dünyanin temellerinin saglam olmasina neden olmaktadir.

Bu dönemde herhangi bir nedenle yasanan yerin güvensiz ve bilinmeyen bir yere dönüsmesi durumunda; çocugun adaptasyon süreci zorlasmakta ve gelecegin olumlu yapilanmasi da ayni oranda zorlasmaktadir. Yasanan yerin bilinmeyen bir yere dönüsmesi ve annede kaygi yaratan olaylara neden olmasi durumunda anne ve bebek arasinda güvenli olan baglanma iliskisi zedelenmektedir. Bu baglanma iliskisi annenin duygusal ve fiziksel olarak sagladigi ortamin kalitesine bagli olarak bebegin degisen ve gelisen duyu, bilis, davranisini   organize eder. Anne disardan gelebilecek olan tehditlere karsi güvenli bir nokta olarak bebegin maruz kaldigi olumsuz uyaranlari azaltir ve böylece iç güvenligi saglar.

Bebeklikten itibaren bebegin anneyle olan baglanma iliskisi deneyimi, artan bir sekilde içsel olarak temsil edilmeye baslar. Olumsuz yasantilar nedeniyle (travma, göç, annenin depresyonu) varolan güvensiz baglanma ilerde çocukta   depresyon olusmasina neden olmakta ve bu da ergenlik yillarinda daha fazla oranda davranis problemine neden olmaktadir. A.B.D’nde yapilan bir çalismada maternal depresyon ve anksiyetesi olan anneler arasinda göç yasamis olan annelerin 0-25 ay arasi bebekleri ile; göç yasamayan ancak maternal depresyon ve anksiyetesi olan annelerin 0-25 ay arasi bebekleri karsilastirilmis ve göç yasayan annelerin çocuklarinin ruhsal hastaliklar açisindan daha fazla risk içerdigi; bu nedenle daha yakindan takip edilmesi gerektigi söylenmistir.

AILE AÇISINDAN GÖÇ

 

                   Göç yasayan ailelerin geçirdigi süreçler de Stagoll’a göre 5 döneme ayrilir. Yazara göre iç ve dis göç; birey ve ailenin yapi, islev ve uyum sürecini çok önemli ölçüde etkiler. Endüstrilesmenin kaçinilmaz sonucu olan göç yasantisinda her ailenin kendine göre bu süreçle basa çikma yöntemleri gelistirdigini söyler. Yukarida söyledigimiz 5 dönem söyle siralanir

.

    1)Hazirlanma dönemi
    2)Göç etme
    3)Asiri kompanzasyon dönemi
    4)Dekompansasyon ve kriz asamasi
    5)Sürecin sonraki kusaklara aktarilmasi

 

                     Aile hazirlik ve göç sürecini gerçeklestirdikten sonra gidilen ortamda asiri bir uyum çabasina çabasina girer. Bu ailedeki pratik ve duygusal islevlerin birbirinden ayrilmasina neden olur. Bu durum çogunlukla erkek bireyin ile disinda pratik islerde çalismasina; kadinin da ev içinde ve duygusal agirlikli, geçmis ve gelecegi kapsayan bir çatismaya girer. Bunun sonucunda çogunlukla ailenin dengesi bozulur. Yazar en çok bu dönem üzerinde durur. Stagoll’a göre bu sürecin basariyla asilmasi, yeni gerçeklik ve kültürde yeni bir ailenin olusmasini saglar.

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

İŞYERİNDE DEPRESYON

Devamlı üzüntülü olma hali ya da aşırı endişe. Her zaman yapılan aktivetelerden keyif alamama.

Yorgun hissetme, enerji kaybı, bir şekilde “yavaşlama” durumu.

Bir işveren olarak kimi çalışanlarınızın zaman zaman daha az üretken olmaya başladıklarını ve güvenilirliklerini yitirdiklerini görürsünüz.

Hasta oldukları gerekçe­siyle işe gelmedikleri gün sayısında artmalar olur ya da sürekli olarak işe geç gelme­ye başlayabilirler.

Yaptıkları işe karşı ilgileri azalır ve daha çok işyeri kazası ortaya çık­maya başlar. Bu kişiler depresyonda olabilirler, işverenin depresyon tanısı koymak gibi bir yükümlülüğü olmasa da danışmanlık ve gerekirse tedavi alması konusunda çalışana yol gösterebilir.

İş arkadaşları kişinin depresyonda olup olmadığını ilk farkedenler olabilir. Bunu konuşmak her ne kadar zor olsa da kendisi için endişelenen birilerinin olduğunu bilmek zor durumdaki kişiye iyi gelebilir. Yardıma ihtiyacı olduğunu farketmek ve erken müdahale rahatsızlığı çok hızlı bir şekilde ortadan kaldırabilir. Hatta böyle bir destek sistemini bilmek hafif derecede bir depresyon hastası için iyileştirici bile olabilir.

Hayatımızın büyük bir kısmının çalışma ortamında geçtiğini düşünürsek depresyon ister kişisel problemlerden kaynaklansın ister iş ile ilgili problemlerden, en önemli etkisini iş ortamında göstermektedir.

HER CAN SIKINTISI, MUTSUZLUK DURUMU DEPRESYONDAYIM ANLAMINDA MI?

  • Uyku problemleri (düzensiz uykular, aşırı uyuma ya da çok az uyuma, devamlı uyanma).
  • Yeme problemleri (aşırı yemek yeme ya da çok az yeme, ciddi kilo kaybı).
  • Karamsarlık, umutsuzluk.
  • Konsantrasyon problemi, unutkanlık ve karar vermede zorlanma.
  • Ölüm ya da intihar düşünceleri
  • Her türlü durum karşısında nedensiz ağlama.

( Eğer bu sayılan belirtilerden en az bes tanesi iki haftadan fazla zamandan beri yaşanıyorsa profesyonel bir yardıma ihtiyaç var anlamına gelir. )

DEPRESYONUN SEYRİ NASILDIR?

Depresyon, insanın en üretken olduğu yıllar olan 25-44 yaşları arasında daha çok ortaya çıkar. Tedavi edilmeyen depresyonlar süre­ğen bir hastalığa dönüşerek kişinin kişisel, aile ve iş yaşamını bozmaya başlar.

Dep­resyon mide ülseri, şeker hastalığı, kan basıncı yüksekliği ve romatizma gibi sık sö­zü edilen hastalıklardan çok daha fazla iş gücü yitirilmesine neden olur ve bu kişiler çok daha uzun sürelerle işlerinden kalırlar.

İŞYERİNDE DEPRESYON GÖRÜLME SIKLIĞI:

Yapılan araştırmalarda, her işyerinde 20 kişiden birinin bir biçimde depresyonun olduğu bulunmuştur. Depresyonun et­kin tedavileri olmasına karşın, depresyondaki her üç kişiden ikisinin tedavi alamadı­ğı bulunmuştur. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün araştırmasına göre stresin tetiklemesiyle ortaya çıkan depresyon, 2020 yılında tüm yaş ve cinsiyetler için dünyayı tehdit eden en önemli 2. sağlık sorunu olmaya ulaşacağı öngörülmektedir.

Türkiye’de depresyona girenlerin dörtte üçü işyerinden izin almakta ve izin alınan süre yaklaşık 32 günü bulmaktadır. Bu süre kadınlarda 25, erkeklerde 36 gündür. Türkiye’de depresyon nedeniyle erkekler kadınlardan daha çok izin kullanmaktadır.

Avrupa Depresyon Birliği’nin ”Avrupa’daki İşyerlerinde Depresyonun Etkilerinin Denetimi”(2012) anketine katılan her 10 çalışandan biri, depresyon nedeniyle işe gidemediğini söylemiş.

Avrupa’da 7 binden fazla kişiyle görüşülerek yapılan ankete göre, Almanya’daki işçilerin yüzde 61’i, Danimarka’dakilerin yüzde 60’ı ve İngiltere’dekilerin yüzde 58’i depresyon nedeniyle iş yerinden izin alırken, Türkiye’deki işçilerin yüzde 25’i bu nedenle izin aldığını belirtmiş.

Avrupa Birliği’nde depresyonun maliyeti 2010’da 92 milyar avro olarak hesaplanırken, depresyonla ilgili tüm maliyetlerin yüzde 50’sinden fazlasını işe gelmeme (işten izin alma) ve işe gelme (hastayken çalışma) nedeniyle ortaya çıkan kayıp verimlilik oluşturmuş.

Son depresyon döneminde iş yerinden izin alınan ortalama gün sayısı 36 olarak belirlenirken, en yüksek rakam 41 gün ile Almanya ve İngiltere’de, en düşük rakam 23 gün ile İtalya’da tespit edilmiş.

Depresyon nedeniyle işe gelmeyen çalışanların oranı yüksek olmasına rağmen, depresyondaki her 4 kişiden biri, işverenine depresyon geçirdiğini söylemediğini açıklamış. Bunların üçte biri, mevcut ekonomik ortamda böyle bir durumun işlerini tehlikeye atacağını hissettiklerini ifade etmiş.

Depresyon belirtilerini saymaları istendiğinde, anketi yanıtlayanların yüzde 33’ü unutkanlık, yüzde 44’ü kararsızlık ve yüzde 57’si konsantrasyon bozukluğu olduğunu belirtmiş.

Ankete katılan yöneticilerin yaklaşık üçte biri, çalışanlardaki depresyonla başa çıkmalarına yardımcı olacak hiçbir resmi destek olmadığını belirtirken, destek eksikliğinin yüzde 44 ile en fazla Almanya’da ve yüzde 10 ile en az Türkiye’de olduğu görülmüş.

İngiltere’deki yöneticilerin yüzde 55’i insan kaynakları departmanlarından destek alma, Türkiye’deki yöneticilerin yüzde 79’u bir sağlık uzmanından destek alma eğiliminde olduğunu açıklamış.

DEPRESYON AÇISINDAN RİSK FAKTÖRLERİ?

Yeteneklerini iş alanında kullanamayanlar, hep aynı şeyleri yapmaktan bıkanlar, performansı konusunda hiçbir geribildirim alamayanlar, her an her şey olabilir diyerek iş ortamında yoğun baskı altında olanlar, iş organizasyonu konusunda hiç söz hakkı olmayanlar, hakaret eden, ödüllendirmeyen hatta eksiklikleri hep gören, talepleri bitmeyen zorlayıcı patronlarla çalışanlar, son zamanların popüler kelimesi “mobbing” yani iş yerinde duygusal olarak taciz edilen kişiler (aşağılanan, değersiz hissettirilenler…) yoğun stres altında olup depresyonda olma riski yüksek kişiler olabilirler.

İŞYERİNDE STRES YARATAN FAKTÖRLER;

  • Teknolojideki hızlı gelişmeler; Bilgisayarın iş hayatına getirdiği hız yüzünden insanların çalışma hızı ve onlardan beklenen verim de beraberinde arttı. İnsanlar çoğu zaman bu hıza ayak uydurmak ve bunu korumak için stres altına giriyorlar. Buna verilen en son ad ise; tekno-stres.
  • Maddi beklentiler; İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu, ekonominin baş döndürücü bir hızda değiştiği, işyerindeki stres seviyesi her zamankinden daha yüksek. Çalışanların performansları düşerse iş kaybetme riskleri stres ve kaygı seviyelerini artıyor.
  • Kötü yönetim. Sebepsiz baskılar, belirsiz kariyer planlaması, uzun çalışma saatleri, kötü iletişim gibi faktörler ve de daha ucuza daha hızlı iş çıkarmak için elemanları daha çok çalıştırmaya odaklı yöneticiler stres seviyesini arttırıyorlar. Bunun en önemli sebeplerinden biri; işi çok iyi bilen fakat insan ilişkileri zayıf kişilerin yönetime getirilmesi.
  • ‘Eğer stresli değilsen iyi çalışmıyorsun’ sendromu. Çevrelerindeki stres seviyesi arttığında çalışanlar da bilinçli ya da bilinçsiz değerlerini arttırmak, diğer stresli iş arkadaşlarının yanında doğru yeri almak ve yaptıkları işin önemini firmalarına göstermek için kendi stres seviyelerini arttırıyorlar.
  • Sürekli Değişim. Yeni firma prosedürleri, yeni bilgisayar sistemleri, yeni departman sorumlulukları veya kişisel sorumluluklar, yeni şirket sahipleri, yeni yöneticiler, yeni iş sorumlulukları, yeni rakipler… Bunlar ve benzeri değişiklikler günümüzde hiç olmadığı kadar sık görülebiliyor.
  • Uzun çalışma saatleri. Sonuçları genellikle halsizlik, uykusuzluk ve formdan düşme, isteksizlik… Çok daha ciddi sağlık sorunları da yaratabiliyor.

Bunların dışında işyerinde stres yaratan çok sayıda faktör daha var. Kötü yönetici ve çalışma arkadaşları, bıkkınlık, kötü kazanç, evdeki stres… Sebepler ve gösterilen tepkiler de çok çeşitli. Bazı insanlar aşırı şiddetli stres altında çalışmaya dayanabilirken (Borsada çalışanlar gibi), diğerleri en ufak bir olaydan bile kolaylıkla etkilenebiliyorlar.

İŞYERİNDE DEPRESYON BELİRTİLERİ:

  • Kendini işine verememe, düşüncelerini toparlayamama
  • Üretkenlikte, dolayısıyla verimlilikte azalma
  • En küçük işleri bile yapmakta zorlanma
  • Beklenen davranış biçim ve kurallarına aykırılıklar gösterme
  • Diğer çalışanlarla işbirliği yapmama
  • Sürekli olarak gergin, sinirli ve huzursuz olma
  • Güvenlik önlemlerini almama, sık kaza geçirme
  • Sık sık işe gelmeme ya da işe geç gelme
  • Yorgun ve bitkin olduğuna ilişkin sürekli yakınma getirme
  • Açıklanamayan ağrıları ve sızıları olma
  • Aşırı miktarlarda alkol ya da uyuşturucu madde kullanma

    Depresyon, yönetici konumunda çalışanların yargılamasını ve başkalarıyla iş­birliği içinde çalışmasını, dolayısıyla genel işlevsellik düzeyini bozabilir.

Kişinin işi­ne odaklanamaması ya da yaşadığı karar verme güçlükleri, işyerini büyük zarara uğratan sonuçlar doğurabilir.

Sık sık işe gelmeme ya da işe geç gelme nedeniyle ya da aşırı ölçülerde alkol kullanma yüzünden işyerinde süreklilik gösterememe de birçok sorunu beraberinde getirir.

Bu kişiler, utandıkları için ya da başkalarınca “zayıf” olarak görülmekten korktukları için, böyle bir rahatsızlıkları yokmuş gibi davranarak içten içe acı çekerler, dolayısıyla her türlü iş ilişkilerine zarar vermeye başlayabilirler. Kendilerini sürekli güçlüymüş gibi, güç simgesi gibi göstermek iste­yen, kendi konumlarına böyle bir anlam yükleyen yöneticilerde bu durumla daha sık karşılaşılır.

Bu kişilerin içselleştirdikleri öfkeleri kimi zaman başkalarına da yan­sıtılır ve bu durum olumlu ilişkiler sürdürmelerini, dolayısıyla yöneticilik yapmala­rını zorlaştırır, hatta olanaksızlaştırır.

Bir işveren, böyle bir çalışanıyla aşağıdaki bi­çimde konuşabilir: “Görüyorum ki son zamanlarda sık sık işe geç geliyorsunuz ve işyerindeki yükümlülüklerinizi yerine getirmekte zorlanıyorsunuz; bu durum beni kaygılandırıyor. Ben sizi yine eskisi gibi görmek istiyorum ve herhangi bir konuda bir yardımım dokunacaksa buna hazırım. Kişisel birtakım sorunlarınız işinizi etkili­yorsa danışmanlık almanız konusunda yardımcı olabilirim. Bugün sizinle yaptığı­mız konuşma ve danışmanınızdan görüşmek için gün almanız kesinlikle aramızda kalacak. Ancak unutmayın, böyle bir danışmanlık alsanız da, almasanız da, sizden işyerindeki sorumluluklarınızı yerine getirmenizi bekliyorum. Danışmanlık alırsanız danışmanınızın yönergelerine hep birlikte uyarız. Danışmanınız bir işyeri hekimi, bir psikiyatrist ya da bir psikolog olabilir. Ben de her zaman size yardım etmeye hazırım, yeter ki daha iyi olmaya çalışın...”

Çalışanınız sağlık sorunlarından kendiliğinden söz etmeye başlarsa ve sürekli olarak bir çökkünlük yaşadığı üzerinde durursa, aşağıdaki konulara dikkat edin:

  • Soruna kendi başınıza tanı koymaya kalkmayın (işveren bir hekim, psikolog ya da psikiyatrist olmadıkça).
  • Danışmanlık alması için öneride bulunun.
  • Depresyondaki çalışanınızın tedavisi sürdürülürken çalışma saatleri konusun­da esnek olmanızın gerekebileceğini göz önünde bulundurun. Bu konuda in­san kaynakları bölümünüz çalışanınızın danışmanıyla ilişkiye geçip, çalışma biçimini ve saatlerini birlikte ayarlayabilirler.

Ağır depresyonun, çalışanınız için yaşamı tehdit edici bir hastalık olabilir, ancak başkalarına büyük bir olasılıkla bir zararı dokunmaz.

Çalışanınız “Yaşamanın ne anlamı var” ya da “Ben olmasam her şey da­ha iyi olur” gibi sözler söylüyorsa bunu önemseyin. Ne gibi önlemler alına­bileceği ve bu durumun üstesinden nasıl gelinebileceği konusunda uzmanın­dan danışmanlık alın.

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist & Psikoterapist

CETAD Antalya Temsilcisi

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 (242) 316 98 99

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

AŞKIN RENKLERİ

Aşk öyle bir çelişkiler silsilesidir ve öyle sonsuz ren­giyle biçimi vardır ki, hakkında ne söylerseniz söy­leyin, muhtemelen doğrudur.

                                   Finck, Romantic Love and Personal Beauty, 1891

Aşkın farklı çeşitlerini, bileşenlerini, yüzlerini ve biçimlerini tanımlayan çok sayıda kitap ve makale var. Yunan filozofları al­tı aşk çeşidi belirlemişti Günümüz bilim adamları da yaptıkları geniş çaplı araştırmalar da bu aşk tarzlarının var olduğuna dair kanıtlar bulmuştur.

  • Yakın arkadaşlar arasındaki aşk,
  • fedakâr aşk,
  • sahiplenmeci aşk,
  • pratik aşk,
  • oyuncu aşk
  • romantik aşk (eros).

Aşk çeşitleri, insanların romantik aşkı yaşama ve ifade etme biçimlerinde tutarlı farklılıklar olduğunu ortaya koysa da, her âşık olma deneyimi, her iki tarafın gerek bilinç­li gerek bilinçdışı öğeleri tarafından belirlendiği için, kişiye özeldir.

İster tutkulu, ister oyuncu, mantıklı ya da fedakâr olsun, bir kişi her romantik ilişkisinde farklı biri olacaktır, çünkü karşısındaki sevgili ve aralarındaki etkileşime ge­tirdiği eşsiz öğeler farklıdır.

Robert Sternberg’in üçgen modeli, aşkın üç ana bileşenini keşfettiğine inanır: YAKINLIK, TUTKU VE BAĞLILIK. Bu bileşenlerin varlığı veya yoklu­ğu, aşkın farklı yüzlerini açıklar.

  • İçinde yalnız yakınlık olan bir ilişki, HOŞLANMAdır.
  • İçinde yalnız tutku olan bir ilişki, VURULMA­dır.
  • İçinde yalnız bağlılık olan bir ilişki, BOŞ BİR AŞKtır.
  • ROMANTİK AŞK; tutku ve yakınlık olduğu halde bağlı­lık yoktur.
  • MÜKEMMEL AŞK hem yakınlığı, hem bağlılığı, hem de tutkuyu içeren aşk.

FARKLI AŞK BİÇİMLERİ

Aşk, yalnız onu oluşturan bileşenlerin çeşitliliğinden değil, aynı zamanda yöneldiği farklı kişilerden ve nesnelerden dola­yı da farklı biçimler alabilir.

Aşk, cinsler arasındaki bir duyguyu ifade etmek­le kalmaz.

Farklı aşk biçimleri; özsevgi, aile bireyleri, ebe­veyn sevgisi, kardeş sevgisi, çocuk sevgisi…

Komşunuza, arkadaşınıza, hatta düşmanınıza, tüm insanlı­ğa, evinize, toplumsal veya ırksal grubunuza, ulusunuza, güzel ve iyi olan her şeye yönelebilir.

Aşk sevgi, sözcük dağarcığımızdaki en yorgun sözcükler­den biridir. Bu sözcüğün ölümüne kullanılmadığı bir alan yok gibi.Tek bir sözcüğün bütün işlevleriyle bir tutulma­sı inanılır gibi değil.

SOSYOLOJİK DEĞERLENDİRMELERE GÖRE AŞKIN RENKLERİ;

            1-EROS : TUTKULU

  • Tutkulu aşk. Aşka aşıksınız ve aşk için her şeye katlanırsınız.
  • Genellikle, tutkusal aşk olarak tanımlanmıştır, ancak tutkudan daha fazla şeyi ifade eder.
  • Eşinde olmasını istediği fiziksel görünüm hakkında belirli bir ‘’resme’’ sahiptir (zayıf,ince,kahverengi gözlü gibi).
  • Resme uygun bir eş adayı ile karşılaştığında da onunla çok hızlı bir biçimde ilişkiye girmeyi, sürekli olarak konuşmayı ve kendini açmayı ister.
  • Temel özelliği, kendine güven duyması ve yüksek kendilik saygısıdır.

2-LUDUS : OYUNCU

  • Oyuncu aşk. İlişkiyi, bağlılığa gerek duyulmayan zorlu bir macera olarak görüyorsunuz.
  • Belirgin bir ciddiyeti olmayan, karşılıklı hoşlanmaya dayalı, bir oyun gibi oynanan aşk türüdür.
  • Ludus aşık, aynı anda birden fazla eşle birlikte olabilir.
  • Tercih ettiği belirgin bir fiziksel görünüm tipi yoktur.

3-STORGE : ARKADAŞÇA

  • Arkadaşça aşk. Rahat, romantik olmayan cinselliğin ikinci planda olduğu bir yakınlıktan keyif alıyorsunuz.
  • Bu aşk türünün temeli arkadaşlığa dayanır.
  • Tutum ve değerlerinde benzer olduğu bir eşle güvenli bir ilişki kurmak esastır.
  • Onun için böyle bir benzerlik, kısa süreli bir heyecandan ziyade uzun süreli adanmışlığı araması nedeniyle fiziksel görünüm ya da cinsel doyumdan daha önemlidir.

4-PRAGMA : MANTIKLI

  • Mantıklı aşk. Karşılıklı uyumluluğu dert ediyorsunuz mantık her şeye hükmediyor.
  •  ‘’Pragmatik ‘’ ve ‘’Pratik ‘’ kavramlarını barındırır.
  • Ne tür özellikler aradığını bilir.
  • Büyük bir heyecan aramaz, daha ziyade, birlikte ödüllendirici ve doyum sağlayabileceği bir yaşam kurabileceği  uygun bir eş arar.

5-MANİA : SAHİPLENMECİ

  • Sahiplenmeci aşk. Sahip olma ve sahiplenilme ihtiyacı sizi kuşatıyor.
  • Geleneksel günlük romantik aşk kavramsallaştırmasına benzer özelliklere sahiptir.
  • Kıskançtır, eşin samimiyeti ve bağlılığı konusunda şüphelerle doludur
  • Ani heyecansal değişimler yaşar.

6-AGAPE : ÖZVERİLİ

  • Özverili aşk. Kendinize başkalarından daha az önem veriyor kendinizi adıyor fedakarlık yapıyorsunuz.
  • Bu aşk türü özgecidir, kendi isteklerinden vazgeçer ve eşin refahına odaklanır.

ROMANTİK AŞK ve CİNSELLİK

Psikanalist Rollo May şöyle bir açıklama yapar; romantik aşkla (eros) cinsellik arasında ayrım gözetir.

Seks bir ihtiyaç,”

Eros bir arzudur.” Eros, bir başkasını anlama halidir; erosta aranan cinsel tatmin değil, “dünyayı iyileştirme, geliştirme ve biçimlendirmedir. Ancak çoğumuz için cinsellik, romantik aşkın önemli bir parçasıdır.

Araştırmalar, bir ilişkide cinselliğin varlığının veya yokluğunun, ilişkinin duygusal gidişatını ve kişilerarası dina­miklerini etkilediğini göstermektedir.

Eros, bizi ait olduğumuz şeylerle kendi olanak­larımızla birleşmeye, kendi doyumumuzu keşfetmemize ve­sile olan hayatımızdaki önemli kişilerle birleşmeye iten kuvvettir.

Eros, insanı, kendini arateye, soylu ve iyi yaşama adamaya iten özlemdir… Bu, insanlık halinin temel bir gerçeğini, ero­sun bizi daima kendimizi aşmaya güdülediği gerçeğini ifade etmenin sembolik bir yoludur.

Şairlerle yazarlar, romantik aşk üzerine harika şiir­ler, öyküler, kitaplar yazmıştır. Filozoflar, tarihçiler, sosyolog­lar, antropologlar ve yeni yeni, aşkın kimyasını açıklayan biyologlarla biyokimyagerler, romantik aşkı incelemiştir.

Âşık olma aşaması bir aşk ilişkisinin eşsiz bir aşaması di­ğerlerinden daha yoğun bir aşama olduğu halde, bazı psiko­terapistler tarafından önemsiz bir aşama olarak değerlendiri­lir.

Âşık olmak çaba istemez, âşık olduğunu inkâr etmeye çalışmanın hatırı sayılır bir çaba gerektirir.

Aşık olmak yaşamın en harika, en heyecanlı, en sarsı­cı ve en önemli deneyimlerinden biridir. Aşık olmak bir aşk iliş­kisinin en önemli aşamalarından biridir.

                  KÜLTÜREL YAPI ve AŞK

 Aşıklar aşklarının za­mansız ve sınırsız olduğunu sansa da, romantik aşk belli bir ta­rih ve kültürel bağlamda var oluyor.

Aşk, bir toplumsal kurgudur. Toplumların aşkın doğası­na dair anlayışları farklıdır; farklı devirlerin kültürleri de aşkı farklı şekillerde tanımlar.

Kimi devirlerde cinsel bir ta­rafı olması gerektiği düşünülen romantik aşk, başka devirler­de yüce ve aseksüel bir deneyim olarak tanımlanır.

Romantik aşk, yaşamın başlangıcından bu yana diğer aşk türleri arasında­ki saltanatını kaybetmese de, evlilik için temel teşkil etme göre­vine son yıllarda terfi etmiştir. Aşkın evlilik için yeterince sağ­lam bir temel oluşturacağına ve evlilik boyu süreceğine dair evrensel bir umut söz konusudur.

ROMANTİK AŞK VE VAROLUŞSAL ANLAM ARAYIŞI

           Pulitzer ödüllü psikolog Ernest Becker, romantik aşkı, kendimizi “kahraman” gibi his­setme, yaşamımızın “kozmik” düzende bir anlamı olduğunu görme, bizi “bütünüyle kavrayan“, kendimizden “daha yüce bir şeyle birleşme” ihtiyacımızı karşılama yollarından biri olarak tanımlar. “Kozmik kahramanlık ihtiyacı” yaşamı doyurucu ha­le getiren “ilahi ideal“e dönüşen sevgiliye, bütün tinsel gereksinimlerin yoğunlaştığı kişiye odaklanır.

Romantik aşk, ken­dimizden daha büyük bir şeyle bağlantı kur­mamızı sağlayan kişilerarası bir deneyimdir.

EN CİDDİ ROMANTİK İLİŞKİNİZİ DÜŞÜNÜN…

Geçmiş ilişki deneyimlerimizdeki duygu, düşünce ve iletişim hatalarımızı analiz edebilirsek sonraki ilişkilerimizde benzer hataları yapmamayı öğrenebiliriz.

Şuanda romantik bir ilişki içinde misiniz? Yanıtınız hayırsa, yaşadığınız en ciddi ilişkiyi düşünün.

  1. Tanıştığınız sırada hayatınızda neler oluyordu?
  2. Nasıl tanıştınız?
  3. İlk izleniminiz ne oldu?
  4. Sizi en çok ne çekti?
  5. Eğer aşık olduysanız,  bu hangi aşamada oldu?
  6. İlişki nasıl gelişti?
  7. İlişkiniz nasıldı?
  8. Bu ilişkide sizin için en büyük gerginlik kaynağı neydi?
  9. İlişki bittiyse, neden bitti?

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist & Psikoterapist

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 (242) 316 98 99

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

KADINLARLA ERKEKLER GERÇEKTE NEYİ ÇEKİCİ BULUYOR?

“İnsanoğlunun erotik yaşamındaki sayısız tuhaflık ve aşık olma sürecinin tekrar eden kompulsif karakteri, çocukluğa başvurmaksızın ve çocukluktan kalma etkiler olarak analiz edilmeksizin neredeyse anlaşılamazlar. “

                          Sigmund Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality

Aşık olduğunuz zaman ne hissediyor, nasıl davranıyorsunuz? Kendinize ve size sunulan aşka güveniyor musunuz? Yakınlaşmaktan kaçınıyor musunuz? Kaçınıyorsanız, yakın bir ilişki içinde olmamanızın nedeni bu mu, yoksa gerçekten etrafınızda uygun aday mı yok? Bir ilişkiye girmek için yanıp tutuşuyor, ancak kaygı ve kararsızlıklarınızla eş adaylarını korkutup kaçırıyor musunuz?

Bağlanma kuramının meyvesi olan bütün öngörülerin ve araştırmaların ışığında, benlik gücümüzün ve özgüvenimizin sevgiyi alma ve verme becerimizi etkilediği ortadadır.  

Aşk varoluşsaldır. Korku sadece aşkın yokluğudur. Korku karanlık gibidir. Karanlıkla doğrudan ne yapılabilir? Ondan vazgeçemezsin, onu içeri alamazsın, onu dışarı atamazsın. Karanlıkla içeri ışık getirme dışında başka bir ilişki kurma şekli yoktur. Karanlığa giden yol ışıktan geçer. Karanlık istiyorsan ışıkları kapa; karanlık istemiyorsan ışıkları aç. Fakat ışıkla bir şey yapmak zorunda kalacaksın, karanlıkla değil. Aşk ışıktır, korku karanlıktır. Korkuyu takıntılı hale getiren kişi asla sorunu çözemez. Bu karanlıkla güreşmek gibidir. Orada olmayan bir şey tarafından yenilmişsindir.

Yakınlaşma ile ilgili korkularımızla sağlıklı olana ulaşamayabiliriz. İlişkilerimizde bağlanma şekillerimiz uzun vadede tüm ruhsal ve bedensel dengemizi, işlevselliğimizi olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilir. Toplumsal bağlanma oranlarımıza bakacak olursak:

  • Güvenli; % 25, 
  • Kaygılı – Kararsız % 15
  • Kaçınan oranı da % 60.

Bu oranlarla dünyadaki en yüksek güvenli olmayan bağlanma stilleri oranına sahibiz…

Çevremizde gördüğümüz her 4 kişiden 1’i kronik düzeyde yakınlık, ait olma, bağlılık, ilişki kurma; yani bağlanma kaygıları yaşıyor.

Başkalarını sevebilmek için önce kendimizi sevip saymamız gerekir. Benlik güçlü kişilerin benlikleri gelişmemiş kişilere oranla daha yakın ilişkiler kurduğu bilinmektedir. Bağlanma araştırmaları, güvenli bireylerin kaçınan ve kaygılı bireylere kıyasla daha özgüvenli, daha az nevrotik, daha dışa dönük, daha uyumlu ve deneyimlere daha açık olduğunu göstermiştir.

Kendimizden ne kadar eminsek , onaylanma, kabul ve sevgi ihtiyacımız o kadar azalır. Daha seçici davranırız ve bize sevgisini her sunana aşık olma olasılığımız azalır. Karnı doymuş biri seçici davranırken, aç bir insan rahatlıkla önüne ne konsa yer.

En sık aşık olan gençlerin daha özgüvenli ve daha az savunmacı oldukları ortaya çıkmıştır.

Bazen de yüksek özgüven yanında idealize sevgiliye dair yüksek beklentileri ve standartları da getirir.

ROMANTİK EŞLERİNİZLE ANNE BABALARINIZ BENZİYOR MU?

Freud’un kuramı tek bir yaklaşım önerir: Romantik eşinizle karşı cinsten ebeveyniniz arasında benzerlikler bulmaya çalışın.

  • Annenizin ya da babanızın en dikkat çekici özelliklerini; fiziksel, duygusal, davranışsal, zihinsel ve mizaca dair listeledikten sonra bunları romantik eşinizin özellikleriyle karşılaştırın.
  • Aralarında benzerlik var mı?
  • Bu benzerlikler sizin hakkınızda ne söylüyor?

Ebeveynlerinizle ilişkilerini ile en ciddi romantik ilişkileriniz arasında benzerlik ver mı?” sorusuna ;

  • %70 “evet” demiş.
  • Kadınların % 83’ü,  erkeklerin % 55’i.

Romantik seçimlerimiz bilinçli olmasalar da bizim sorumluluğumuzdadır. Sorumluluk almak daima tavsiye edilen bir stratejidir, çünkü olumlu değişimler doğurmakta suçu eşe atmaktan çok daha etkilidir.

TOPLUMSAL KUVVETLER ETKİLİ Mİ?

Toplumsal kuramcılar, romantik çekimdeki cinsiyet farklı­lıklarının toplumsal kuvvetlerle açıklanabileceğine inanmak­tadır.

Bunlar genetik programlamanın değil, farklı toplumsal gerçekliklerde yaşamanın bir sonucudur. Toplumsal normlar, stereotipler ve toplumsal güç farklılıkları bir eş adayında neyin çekici olduğunu belirler.

KADINLAR

  • Kendilerinden bü­yük, uzun, bilge ve eğitimli erkekleri seçer, çünkü onların top­lumsal gücü daha fazladır.
  • Kadınları en çok cezbeden erkek türleri incelendiğinde, “eser miktarda kadınsılık taşıyan erkeksilik” in en çekici bulun­duğu keşfedilmiştir.
  • Erkeğin gelir düzeyi, ancak arzulanabi­lir kişilik özelliklerine sahip olması durumunda romantik çeki­ciliğini artırmaktadır. Bu, kadınların parayı ancak kişilik koşul­ları sağlandıktan sonra dikkate aldığını düşündürmektedir.
  • Erkeğin kadınlar açı­sından çekiciliğini en fazla etkileyen şey ise, “kadın erkek eşitli­ğine inanması”dır.
  • Maço olanı çekici bulmak, kadınlar için tehlike teş­kil edebilir. Geleneksel cinsiyet rollerine bağlı kalan “aşırı ka­dınsı” kadınlar maço erkekleri çekici bulmakta, koca ve yatak arkadaşı olarak tercih etmektedir. Bu bul­gular, maço, saldırgan ve zorba erkeklere, yani cinsel saldırgan­lığa ilişkin riskleri işaret etmektedir.
  • Sonuçta kadınlar stereotipik olmayan erkekleri “erkeksi” erkeklerden daha hoş, akıllı, ahlaklı, ruhsal bakımdan sağlıklı, uygun ve dürüst bulmuştur.
  • İletişim kalitesi fiziksel çekicilikten daha ön planda.
  • Kaynak edinme becerisi; olgunluk ve geleceğe dair finansal güvence sağlayabilmeleri aranılan özellik
  • Sadakat ve güvenilirlik kadınlar için çok önemli.
  • “Ona güvenebiliyorum sorumluluk sahibi, insanlara yardım etmek için yapmayacağı şey yoktur”.
  • “Biliyorum ki nereye gideceğini söylüyorsa oradadır”.

ERKEKLER

  • Kendilerin­den küçük, kısa, daha az zeki ve daha az eğitimli kadınları se­çer, çünkü bu şekilde toplumsal güçlerini korumaları daha ko­laydır.
  • Benlik kavramları güçlü olmayan erkekler geleneksel kadınları,
  • Özgüveni yük­sek erkekler modern, geleneksel olmayan, açık fikirli ka­dınları daha çekici bulduğu bir araştırmayla kanıtlanmıştır.
  • Bu­nun nedeni, açık fikirli kadınların geleneksel kadınlardan daha girişken, özgüvenli ve bağımsız algılanması ve özgüven eksik­liği olan erkeklerin bağımsızlık ve kontrol hislerine yönelik bir tehdit olarak görülmesidir.
  • Kendilerini tehdit altında hisseden bu erkekler, egolarını korumak için geleneksel olmayan kadın­ları reddederler. Kendinden emin bir erkek kadınları bir tehdit olarak görmediği için, iddialı ve bağımsız kadınları eleştirme ihtiyacı da hissetmez.
  • Doğurganlık değerine dair işaretler dış görünüş ve gençlik aranan özellikler.

Kadınlar da erkekler de romantik seçimlerinin güç den­gelerinden etkilendiğinin genellikle farkında değildir. Cinsiyet rollerine göre sosyalleşmiş olmaları ve kabul edilebilir toplumsal normlar hayatlarını kolaylaştırır.

Her birimiz eşsiz birer bireyiz ve bu biricikliğimiz hemcinslerimizle benzerliklerimizden ya da karşı cinsle farklılıklarımızdan daha önemlidir.

“Yüreğin bir bildiği vardır, aklın hiç haberdar olmadığı” .

                                                                                             Blaise Pascal

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist & Psikoterapist

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 (242) 316 98 99

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

TRAVMALARIMIZ VE MASKELERİMİZ

“Acı çekmek üretici olabilir. Her tür acı veren deneyimin bazen yüceltmeleri uyarabileceğini ve hatta bazen engellenme ve zorlukların, kendilerini resime, yazmaya ya da başka yaratıcı işlere veren bazı kişilerde oldukça yeni yetenekler ortaya çıkarabildiğini biliyoruz. Bazıları farklı şekilde üretici olurlar, insanların ve diğer varlıkların değerini daha fazla bilirler, başkalarıyla ilişkilerinde daha hoşgörülü olurlar, bilgeleşirler.” Melanie KLEIN

Maske, sahte bir yüz demektir, hissetiğimizden daha farklı bir duyguyu başkalarına yansıtmak. Yerinde olan ve olmayan maskeler vardır. Maskeler sizi korktuğunuz ya da duyduğunuz duygusal sancıya karşı sizi korur. Ancak bir maske takmak büyük ölçüde duygusal enerji gerektirir. Maskeler sizi duygusal olarak karşınızdaki kişilerden uzaklaştırır. Yerinde müdahale ederek maskenizi çıkarttığınızda duygusal acı yerine mahremiyetle karşılaşırsınız.

Yaşamı tehdit eden bir olayla karşılaşan hemen herkes yoğun bir duygusal sıkın­tı yaşar. Klinik depresyonda olanlar buna karşı özellikle duyarlıdırlar. Tedavi altında olanlar bile belirtilerinin arttığını ya da kötüleştiğini, iyileşmelerinin uzadığını görür­ler.

Savaşlar, bombalamalar, işkence, topluma korku salma, insanları korkutma, yıl­dırma eylemleri, cinsel saldırıya uğrama, ağır bir şiddet eylemiyle karşılaşma, ağır bir kaza geçirme, deprem, su baskını, kasırga gibi doğa olayları duygusal açıdan ileri de­recede örseleyici olaylardır.

Bu olayları yaşayanlar denli, bu olaylara tanık olanlar da benzeri bir duygusal örselenme geçirebilirler. Yitirilen, yaralanan ya da ölenlerin ai­leleri, arkadaşları ve iş arkadaşları da yoğun bir sıkıntı yaşayabilirler.

ÖRSELENMEYİ ATLATMANIN EVRELERİ

    “Dünyayı yanlış algılar ve bizi aldattığını söyleriz”

                                                                                Tagore, Avare Kuşlar

Felaket haberine verdiğimiz ilk tepki “hayır bu doğru olamaz, bu benim başıma gelmiş olamaz” olmuşsa, sonunda “benim başıma gelmiş, hata değilmiş “ gerçeğini kavradığımızda , bunun yerini başka bir tepki alır.

Elisabeth Kübler-Ross, örselenmeyi atlatma sürecinin değişik evrelerde ortaya çıktığını belgeleyen hekimlerin öncülerindendir. Başlangıçta ölümle sonuçlanan has­talıklar üzerinde çalışmıştır. Diğer hekimler de, onun çalışmalarını temel alarak, bü­yük bir örselenme geçirenlerin, yaşamı tehdit eden söz konusu olaydan sonra ben­zer duygusal iyileşme dönemleri geçirdiklerini gözlemişlerdir. Klinik depresyonda olanlar da ağır bir örselenmeden sonra benzer dönemler geçirirlerse de onların be­lirtileri çoğu kez daha ağır olur ve daha uzun sürer.

Ağır bir örselenme genelde dört evreden geçilerek atlatılmaktadır:

(1) Şok geçir­me ve inanamama,

(2) Kızgınlık ve üzüntü duyma,

(3) Duygusal açıdan yeniden uyum sağlama ve

(4) Olay öncesi olağan işlevselliğine geri dönme.

BİRİNCİ EVRE: ŞOK GEÇİRME VE İNANAMAMA

  • Ağır bir örselenme geçirme karşısında ilk yaşanan duygusal tepki şok geçirme ve inanamamadır.
  • Neredeyse ölecek olma, başkalarının ölümüne ya da yaralanmasına tanık olma, ne olup bittiğinin hemen kavranabileceği durumlar değildir.
  • Çok büyük bir korku ve şaşkınlık yaşanır, konuşmakta bile zorluk çekilir.
  •  Kimileri, ne yapacak­ları bilemez bir biçimde ölçüsüz bir ağlama tepkisi gösterirler.
  • Uykusuzluk, aşırı bir korku duyma ve kaygılanma, yaşanan olayın yineleyen çağ­rışımları ve karabasanlar, duygusal örselenmenin sık karşılaşılan bulgularıdır.
  • Birçok kişi, beklenmedik zamanlarda canlı yaşantıları içine girerek çektikleri korkuyu yeni­den yaşar.
  • Kimileri, yaşanan olayı çağrıştıran her şeyden ve herkesden kaçınır.
  • Ba­zıları da olayla ilgili olarak düşünmek ya da olayı konuşmaktan uzak durur.
  • Belirtiler genellikle saatler ya da günler içinde başlar. Çok az rastlanan kimi du­rumlarda, duygusal örselenmenin bulguları olaydan yıllar sonra ortaya çıkar.
  • Duygusal tepki genelde ilk birkaç hafta çok yoğun olur, izleyen aylarda yoğunlu­ğu azalır. Yine de genel geçer bir kuraldan söz edilemez.
  • Günden güne değişen bir biçimde acı çekilebileceği gibi, kimi günler ya da haftalar çok daha kötü olunabilir.

İKİNCİ EVRE: KIZGINLIK VE ÜZÜNTÜ DUYMA

  • Kızgınlık ve üzüntü duyma da iyileşme sürecinin bir parçasıdır. Böyle bir örselenme geçirenler ve bu kişilerin yakınları, örselenmeye neden olan olay bir doğa olayıysa do­ğaya ya da Tanrı’ya karşı büyük bir kızgınlık duyarlar.
  • Ailesi ve arkadaşları da yarala­nan ya da ölen kişiye karşı bir kızgınlık duyabilirler.
  • Bu kişi, isteyerek ya da istemeye­rek kendine zarar vermeye kendisi neden olmuşsa böyle bir kızgınlık özellikle yaşanır.
  • Böyle bir örselenme yaşayanlar ve yakınları, kızgınlığın yanı sıra yoğun bir üzün­tü de çekerler. Ağlamaklı olurlar. Bu ikinci evre, ayrıca, olay öncesi yaşama yoğun bir özlem duyulan, açınılan, yazıklanılan bir dönemdir.
  • Büyük bir yıkımla karşılaşmış kişiler, ‘başkaları ölmüşken ben neden yaşıyorum’ düşüncesi içinde bocalarlar. Bu durumu tanımlamak için ‘sağkalanların suçluluk duy­gusu’ terimi kullanılır. Diğer bütün belirtiler için, olaydan sonra yaşama uyum sağla­mayı öğrendikçe suçluluk duyguları giderek azalır.

ÜÇÜNCÜ EVRE: DUYGUSAL AÇIDAN YENİDEN UYUM SAĞLAMA

Bu dönemde, örselenmeyi yaşamış olan kişiler, giderek kötü günlerden daha çok iyi günler yaşarlar. Belirtileri ve duygularının yoğunluğu çok daha azalır. Olayın etki­lerini üzerlerinden atarak önceki yaşamlarına geri dönmeye başlarlar.

DÖRDÜNCÜ EVRE: OLAY ÖNCESİ OLAĞAN İŞLEVSELLİĞİNE GERİ DÖNME

Çoğu kişi, örselenmeden sonraki ilk yılın sonunda olağan işlevselliğine ya da ne­redeyse olağan kabul edilebilecek bir işlevsellik düzeyine geri döner. Ancak yine de bunun için tam bir zaman çerçevesi çizilemez. Duygusal toparlanma kimileri için da­ha çok zaman alabilir. Savaş sırasında olduğu gibi, süregiden örselenme, uzun süre­li tıbbi bakım gerektiren yaralanmalar ve işgöremezlik durumları duygusal iyileşme sürecini geciktirebilir.

İYİLEŞME SÜRECİNİ HIZLANDIRMAYA YARAYAN ETKENLER         Bunlardan biri bu kişile­rin erken ele alınmasıdır. Herhangi örseleyici bir olayın sonrasında çok acı çekilebi­lir. Yaşadıkları ağır duygusal acı, sıkıntı ve kaygı yüzünden bu kişiler yaşadıkları duy­guların ağır bir ruh hastalığının belirtileri olmasından kuşkulanabilirler. Bu kişiler dep­resyonda görülenlere benzer belirtiler geliştirebilirler. Öte yandan, bu tür olaylar dep­resyon ortaya çıkma olasılığını da artırır.

Örselenme belirtileri, depresyon belirtilerin­den şu özellikleriyle ayrılırlar:

  1. Örselenmeyle ilgili belirtilerin yaşamı tehdit eden bir olay geçirdikten ya da böyle bir olaya tanık olduktan hemen sonra başla­masıdır.
  2. İkincisi, zamanla bu belirtiler, kimi zaman yavaş yavaş da olsa giderek düze­lir. Depresyonda, belirtiler genellikle düzelmeyeceği gibi zamanla giderek kötüleşir.

Bu tür olayların yanı sıra çıkan depresyonlar için gecikmeden tedaviye başlanması gerekir. Bu tür depresyonların tedavisinde de genel depresyon tedavi ilkelerine uyulur.

    “Kaptaki su berraktır; denizdeki su karanlık. Ufak gerçeğin anlaşılır sözleri vardır; büyük gerçeğin derin sessizliği.”

                                                                                                                    Tagore

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist & Psikoterapist

CETAD Antalya Bölge Temsilsicisi

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 242 316 98 99

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

twitter/ Dr.SevilayZorlu

BY: admin

Blog Yazıları

Yorumlar:Yorum yapılmamış

KİŞİSEL GÜÇLERİNİZİN FARKINDA MISINIZ?

“Diğer insanlara gerçek değerler katabilmek için ve dünyada elinden gelen katkıyı en iyi şekilde verebilmen için, önce bir insan olarak kim olduğunu anlaman gerekir” Sharma

Çoğu zaman kendimizi tanımadan kendimizle yabancılaşabiliyoruz. Bazen de BİZ olmaya çalışırken BEN olmayı unutabiliyoruz.

Kendi gerçek kişiliğimizi saklayarak yüksek bir bedel öderiz. Ölüm gibi büyük bir kayıptır bu. İçtenlik, zevk, güven ve yakınlık hepsi kaybolur. Korunaklı kendi içine kapalı bir kabuk kalır geride. Kişi SAHTE BİR KENDİLİK oluşturur. Sahte kendilik daha serttir, sınırları daha az geçirgendir ve yara alma riski daha düşüktür. Dış kabuk ne kadar sert olursa olsun, derinlerde bir yerde kişinin GERÇEK KENDİLİĞİNİ kaybetmiş olmasının yası vardır… Vitrinde her şey yolunda gidiyor gibi görünür, esas sorun kaynaklarına hiç değinilmez.

Her şey yolundaymış gibi devam ederiz yolumuza. Yolculuk sırasında tökezlediğimiz zorlandığımız anlar olabilir. Bazen yaşamsal krizleri atlatırız bazen de zorlanırız. Kimi zaman elimizden tutacak birisi vardır kimi zaman da yalnızızdır. Kaybettiğimizi fark edemediklerimizi bulmak için çabalamaya başlarız. Gücümüzün tükendiğini yolun sonuna geldiğimizi hissedebiliriz. Her yaşadığımız acıdan güçlenerek donanımlı bir şekilde çıkarak hayata tutunmaya devam edebiliriz. Kendi içsel güçlerimizi keşfedebiliriz…

KİŞİSEL GÜÇLERİMİZ NELERDİR ?(Martin Seligman )

   1.MERAK,DÜNYAYA DUYULAN İLGİ;

Merak yeni bilgiler öğrenmeyi sağlar ve kişinin önyargılı olduğu anlarda  görüş açısını geliştirerek önyargılarından kurtulmasını sağlar. Merak boyutunun karşı ucunda ÇABUCAK CANI SIKILMA yer alır.

   2.ÖĞRENME İSTEĞİ:

Dışarıdan sizi zorlayan hiçbir etken olmamasına rağmen belirli alanlarda bilgi edinmeyi istemektir, bundan hoşlanmaktır.

   3.USLAMLAMA,ELEŞTİREL DÜŞÜNME AÇIK GÖRÜŞLÜLÜK:

Uslamlamak demek, bilgiyi nesnel ve akılcı bir biçimde incelemek demektir.Bir konuyu enine boyuna düşünüp inceleyerek karar vermektir.Bu açıdan bakıldığında uslamlamak eleştirel düşünmekle eşanlamlıdır.

   4.YARATICILIK,ÖZGÜRLÜK,YOL YORDAM BİLGİSİ:

Her şeyi alışagelmiş yollardan değil kendinizden bir şeyler katarak yapmanız anlamına gelir.

   5.DUYGUSAL ZEKA:

Kendinizi ve diğer insanları harekete geçiren etkenleri ve başkalarının duygularını ayırt edebilmeniz ve bunlara doğru tepkileri verebilmeniz demektir. Öte yandan, kendi duygularını anlayabilme ve bu bilgiyi davranışları anlamak ve yönlendirmek için kullanma yeteneğinden oluşur.Sözü edilen bu gücün bir başka yönüde kişinin kendini becerilerini ve ilgi alanlarını bunları en üst düzeyde kullanabileceği ortamlara sokmasıdır.İşinizi yakın ilişkilerinizi ve boş zaman etkinliklerinizi en iyi yeteneklerinizi her gün işe koşabileceğiniz bir biçimde seçip seçmediğiniz bu arada önemli ölçüde belirleyici olur.İş doyumu en yüksek olan insanların en iyi yaptıkları şeyleri her gün yapmalarına olanak tanınan insanlar oldukları bulunmuştur.

   6.BAKIŞ AÇISI:

Diğer insanların sorunlarını çözmek ve yeni bir bakış acısı kazanmak için sizin deneyimlerinize başvurmasıdır. Dünyaya bakışınızın size ve diğer insanlara anlamlı gelmesidir.

   7.YİĞİTLİK VE YÜREKLİLİK:

Yürekli insan korkunun duygusal ve davranışsal öğelerini ayırt edebilir ve yaşadığı öznel belirtilere karşın davranışsal olarak kaçma yanıtı vermeden, korku uyandıran sorunla yüzleşeblir. Ancak bu yaklaşım korkusuzluk, gözü karalık, düşüncesizlik demek değildir; ancak  duyulan korkuya karşın göz korkutucu duruma karşı durabilmek bir yürekliliktir.

   8.AZİM ÇALIŞKANLIK;

Çalışkan insanlar zorlu tasarıları üstlenirler ve bunları bitirirler. İşlerini yaptıkları sırada da yaşam sevinçlerini yitirmezler ve yakınmazlar.

   9.BÜTÜNLÜK, DOĞRULUK,DÜRÜSTLÜK:

İçten ve yapmacıksız insanlar gerçek insanlardır. İnsanın başkalarına karşı dürüst olabilmesinin önkoşulu önce kendisine karşı dürüst olabilmesidir. Kendilerine karşı dürüst olabilen insanlar başkalarına karşı kendiliğinden dürüst olurlar.

   10.BAŞKALARINA KARŞI İNCELİKLİ VE SAYGILI DAVRANMA, İNCELİK VE ELİAÇIKLIK:

Başkalarına incelik gösteriyor ve saygılı bir biçimde davranıyorsanız hiçbir uğraşınız sizi iyilik yapmaktan alıkoymaz. Tanımadığınız insanlar için bile iyilik yapmaktan doyum alırsınız. Başka insanların çıkarlarını en az kendi çıkarlarınız denli düşünmenizdir. Kendinizi,karşınızdakinin yerine koyma ve ona anlayış gösterme gücüdür.

   11.SEVMEK VE SEVİLMEYE İZİN VERME:

Diğer insanlarla yakın ve özel ilişkilere değer vermeniz demektir. Derin ve kalıcı duygular beslediğiniz insanların size karşı aynı olumlu duyguları beslemeleridir.

   12.YURTTAŞLIK, ÖDEV DUYGUSU, TAKIM ÇALIŞMASI, BAĞLILIK:

Takıma içtenlikle bağlı ve kendi takımına adamış biri olmanız her zaman üzerinize düşeni yapmanız ve takımın başarısı için çalışmanız anlamına gelir. Takımda,yetkili konumunda ki kişilere gereken saygıyı göstermenizi ve kendi kişiliğinizi takımın oluşturduğu bütünlük içinde eritmenizi gerektirir.Ancak bu,düşünmeden ve kendiliğinden söz dinlemeyi gerektiren bir durumda değildir.

   13.ADİL OLMAK VE EŞİTLİK:

Kişisel duygularınızın diğer insanlarla ilgili olarak aldığınız kararları etkilemesine izin vermemeniz, herkese benzer fırsatları tanımanız anlamına gelir.Tanırsanız da bütün insanların iyiliğini kendi iyiliğiniz denli önemsiyorsunuz demektir.Kişisel önyargılarınızı bir yana bırakıp herkese eşit davranabiliyor olmanız demektir.

   14.ÖZDENETİM:

Gerektiğinde içsel dürtülerinizi denetim altında tutup bir takım zorlanmalara gelebilmenizdir.Neyin doğru olduğunu bilmek ayrıdır,bunu yaşama geçirebilmek ayrı..Uzun erimli getiriler için, kısa erimli dürtülere karşı koyabilmeyi de kapsar.

   15.ÖNDERLİK:

Bir takım girişimlerde bulunmakta ve diğer insanları katarak bunların gerçekleşmesini sağlamakta başarılı olmak demektir.

   16.SAĞDUYU,ÖVGÜYLE KARŞILAŞABİLME,ÖNLEMLİ DAVRANMA:

Sağduyu, doğru, gerçekci,akla uygun ve yerinde yargılarda bulunma yeteneğidir.Sağduyulu insanlar ileri görüşlüdür  ve hemen karar vermezler.Birden oluşuveren düşüncelerini yeterince tartmadan yaşama geçirmezler.

   17.ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK,GÖSTERİŞSİZLİK VE YALINLIK:

Hep göz önünde olmayı istemiyor, başkalarının kendi adlarına konuşmasına izin veriyorsanız alçakgönüllüsünüz demektir.Alçak gönüllü insanlar kendi yengileri ve yenilgilerini çok önemli bulamazlar.Gösterişsiz ve yalındırlar.

   18.GÜZELLİĞİN DEĞERİNİ BİLME:

Doğada sanatla bilim de ya da sıradan gündelik olaylarda bir değerbilirlik gösterebilmeniz demektir. Değer bilenler yaşadıkları duygularla yücelirler.

   19.GÖNÜL BORCU DUYMA:

Mutlu olaylardan yapılagelmiş olan iyiliklerden dolayı hoşnutluk duyumsamak ve bunu başkalarına da bildirmek anlamına gelir.

   20.UMUT, İYİMSERLİK, GELECEĞE DÖNÜKLÜK:

Umut iyimserlik ve geleceğe dönüklük, geleceğe karşı olumlu bir tutum sergilediğini gösterir. Gelecekte iyi şeyler olacagını beklemek, çok çalışınca bunları elde edeceğini düşünmek ve geleceğe ilişkin tasarıları olmak yaşam sevincini duymanızı ve amaca yönelik bir yaşam sürmenizi sağlar.

   21.AMAÇ DUYGUSU:

Evrenin içinde konumunuzu belirleyen açık bir yaşam felsefenizin olması demektir. Yaşama anlam yükleyebilmek demektir.

   22.BAĞIŞLAYICILIK:

İnsanlar bağışlayıcı oldukları zaman incindikleri kişiye karşı duygularını değiştirerek onlara karşı dolasıyla dünyaya karşı daha olumlu bir tutum geliştirirler. İçsel güçlerini ödeşmek üzere harcamazlar.

   23.OYUNCULUK VE GÜLMECE:

Gerektiğinde yaşamın hafif yanını görmeyi kolaylıkla başarmak her şeyi gereğinden çok önemsememek demektir.

   24.İSTEK,TUTKU,ÇOŞKU:

Giriştiği eylemlere kendini tam olarak verme isteği gösteriyor ve verebiliyor olmak demektir. Yaşam sevinciyle dolu olmak demektir. Bulunduğu etkinliklerde gösterdiği tutkuyu başkalarına da bulaştırabiliyor olmak demektir. Esin kaynaklarının olması, bunlardan esinlenmek demektir.

KENDİNİZİ DEĞERLENDİRİN

Her insanın bütünlüğünü oluşturan birkaç gücü vardır. Bunlar bir insanın ayırımında olarak sahip olduğu, beğendiği ve her gün kullandığı güçlerdir. Yukarıda sözü edilen güçlerin sizde bulunup bulunmadığını sınamak için, aşağıdaki ölçütlerin olup olmadığını sorgulayabilirsiniz;

   1.Özgürlük duyusu(Bu gerçekten benmiyim!)

   2.Bu gücü kullanırken çoşkuyu duymak

   3.Bu gücü ilk uygulama aşamasında onu çabuk öğrendiğini görmek

   4.Bu gücü yaşama geçirmenin sürekli yeni yollarını öğrenmek

   5.Bu gücü kullanmak için yeni yollar arayıp durmak

   6.Bu gücü kullanırken bir kaçınılmazlık duygusuna kapılmak(Beni durdurmayı bir deneyin bakalım!)

   7.Bu gücü kullanırken tükendiğini değil, canlandığını hissetmek

   8.Bu gücün çevresinde dönen kişisel tasarılar yaratmak ve bunlarla uğraşmak

   9.Bu gücü kullanırken sevinç duymak, çoşmak, hatta kendinden geçmek

Bu ölçütlerden biri ya da birden çoğu en iyi güçlerinize uyuyorsa söz konusu güçler sizin güçlerinizdir. Bunları olabildiğince sık ve olabildiğince çok ortamda kullanmalısınız.

İyi bir yaşam, yaşamın başlıca alanlarında beliren güçlerinizi her gün yeniden kullanmaktan mutluluk duymaktan oluşur. Aynı güçleri, bilgiyi, gücü ya da iyiliği artırmak için kullanmak daha anlamlı bir yaşam sürmenin bir koşuludur. Dolasıyla yaşama bir anlam yüklenmiş olur.

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist &  Psikoterapist

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

facebook.com/antalyaterapipsikiyatri

Şirinyalı Mh. İsmet Gökşen Cad.

1528 S. Şahbaz Apt. K:2 D:5

Tel: 0 (242) 316 98 99